Giriş: Bir “tanım” değil, bir yöneliş
Felsefe nedir? Soru basit göründüğü ölçüde yanıltıcıdır. Bir sandalyeyi, ne işe yaradığını söyleyerek tanımlayabiliriz; ama felsefe, “ne için var olduğu” sorusunu kendi üzerine çeviren, tanımı mümkün kılan ölçülerin kendisini sorgulayan bir etkinliktir. Oğuz Karayemiş’in Felsefeye Giriş Seminerlerinin ilk oturumunda sunduğu çerçeve, tam da bu yüzden, felsefeyi işlevsel bir tanıma kapatmak yerine, onun işleyiş kipini görünür kılar: Felsefe, çağının yaygın kanaatleri ve pratik bilgelikleriyle (“ethos” ve “sophia”) mesafeli bir ilişki kurar; hazır cevapların dayandığı gizli önkabulleri açığa çıkarır; yalnızca itiraz etmez, soruya yeni bir yer ve biçim verir; ve o yeni soruya karşılık gelecek kavramları icat eder.
Bu bakımdan felsefe, “bilgeliğin doruğu” değil bilgelik sevgisidir: Filozof, sahip olduğu kesinliklerle değil, açtığı sorularla tanınır. Sokrates’in diyaloglarının çoğunun bir tür çıkmazda (aporia) sonlanması tesadüf değildir; bu çıkmaz, var olan cevapların yetersizliğini teşhir eden üretken bir duraktır. Karayemiş’in okuması, felsefenin özünü bu üretken duraklarda —eleştirel mesafe, sorunsallaştırma, kavram yaratımı— yakalar.
Etimoloji bir başlangıçtır: “Philos” ile “sophia” arasındaki gerilim
“Felsefe” sözcüğünün kökleri —philos (sevgi) ve sophia (bilgelik)— bize cazip bir sade açıklama sunar: bilgelik sevgisi. Fakat Karayemiş’in işaret ettiği gibi, bu etimoloji dahi bir gerilimi saklar. Sevgi, elde edilmemiş olana yönelir; sevilen şey bir eksiklik ufku açar. Filozof bu yüzden “bilge” gibi konuşmaz; bilgenin hazır mefhumları (nosyonları) ve figürleriyle değil, henüz icat edilmemiş kavramlarla ilgilenir. Felsefi söylem, bilgelikle beslenir ama onun sınırlarını aşmaya yönelir; hedefi bilgeliğin kodlarını kutsamak değil, onları sorunsallaştırmaktır.
Ethos ve bilgelik: Koşul, ama ölçü değil
Ethos, bir topluluğun “biz kimiz?”, “iyilik nedir?”, “nasıl yaşanır?” sorularına verdiği yerleşik cevaplar ve alışkanlıklar bütünüdür. Bilgelik, bu kolektif malzemeyi maharetle kullanma yetisidir; sağduyunun inceltilmiş hâlidir. Felsefe bu iki alanı ne küçümser ne de yok sayar; çünkü düşünce hep bir ethos’un içinde doğar. Fakat felsefenin ethos ve bilgelikle kurduğu ilişki olumsuzdur: Onları koşul olarak tanır, ölçü olarak değil. Ölçü olarak tanındıklarında soru kapanır; oysa felsefenin işi soruyu açmak, sorunun kuruluşunu değiştirmektir. Karayemiş’in vurgusu yerindedir: Felsefenin ilk hareketi, ethos’a “kötü niyetli” görünen bir bilmezden gelme jestidir — hazır cevapları sanki yokmuş gibi kenara çekip soruyu köküne kadar indirmek.
Eleştiri: Yıkım değil, yer açma tekniği
Bu “bilmezden gelme”, kaba bir inkâr değildir; eleştiridir. Eleştiri, bir inancı yalnızca “yanlış”lamakla kalmaz; onu mümkün kılan görünmez iskelenin —örtük tanımların, varsayımların, önceliklerin— çizimini çıkarır. İskelenin görünür kılınması, binayı otomatik olarak sarsar; fakat amaç boş arsa bırakmak değildir. Karayemiş’in çizdiği yolda, eleştiri yer açma tekniğidir: Eski düzeni yıkıp enkaza bakakalmak için değil, yeni bir düzeni kuracak olan kavramın yerini hazırlamak için çalışır. Dolayısıyla felsefe, polemikle (salt yıkım) dogma (sorgusuz kabuller) arasında üçüncü bir yol açar: yıkımın kuruculuğa bağlandığı yol.
Sorunsallaştırma: Sorunun yerini değiştirmek
Sorunsallaştırma, soru sormakla aynı şey değildir. Soru sormak, çoğu kez mevcut sorunun içindeki bir boşluğu doldurur; sorunsallaştırma ise sorunun kendisini sorgular. “Adalet nasıl dağıtılmalıdır?” sorusunu yanıtlamaya girişmeden, “Bu soruyu böyle sormamıza yol açan nedir?” diye sormaktır sorunsallaştırma. Karayemiş bu dönüşümü, Platon örneğinde somutlar: Antik Atina’da hakikat çoğu kez retorik karşılaşmaların sonucunda belirlenir; güçlü hitabet, “haklı”yı belirler. Platon’un hamlesi, bu durumu yalnızca kınamak değildir; hakikatin ölçüsünü iki iddianın dışına taşıyacak bir düşünce aracını —İdea— icat etmektir. Böylece soru, “Kim haklı?”dan “Haklılığı haklı kılan nedir?”e taşınır. İşte sorunsallaştırma: sorunun yeri değişir.
Kavram yaratımı: Felsefenin kurucu zanaatı
Buradan Karayemiş’in temel ayrımına geliyoruz: mefhum (nosyon) ile kavram (concept). Mefhum, dış dünyadan soyutladığımız, sağduyunun da rahatlıkla kullandığı birimlerdir: “yurttaş”, “cesaret”, “yönetici” gibi. Kavram ise doğrudan soyutlama değildir; problem–çözüm ilişkisidir. Kavram, iyi kurulmuş bir sorunun bağrında, o soruya içkin bir çözüm olarak doğar. Platon’da İdea, iki söylem arasında hakemlik yapabilen bir ölçü olarak icat edilir; dış dünyada bir “şey” değildir. Descartes’ta Cogito, radikal kuşkuya dayanabilecek bir başlangıç noktası ihtiyacından doğar. Kant’ta a priori kavramları, deneyimin mümkünlük koşullarını belirlemek için vazedilir. Felsefe, bu anlamda, eleştirinin açtığı boşlukta ölçü icat eden bir zanaattir.
Sorunsal tutarlılık: Bir felsefeyi nasıl okumalı?
Mantıksal tutarlılık önemlidir; ama felsefi bir sistemi değerlendirmek için tek ölçü değildir. Karayemiş’in altını çizdiği “sorunsal tutarlılık”, uğraşılan problem ile icat edilen kavram arasındaki iç uyuma bakmayı önerir. Platon’un İdea’sı, hakemlik problemine; Descartes’ın Cogito’su, kesinlik problemine; Kant’ın a priori formları, deneyimin imkânı problemine eşlenir. Bir düşüncenin gücü, çoğu kez cümlelerinin lekesiz mantığından değil, ele aldığı sorun ile ürettiği kavram arasındaki denge noktasından gelir. Eleştirel okuma bu dengeyi arar: “Bu kavram, gerçekten de ilan edilen problemi çözüyor mu; yoksa yalnızca yeni bir ad mı veriyor?”
Sokrates’in yöntemi: Bilgelik iddiasını söken bilgelik sevgisi
Sokrates, bilgeliğin figürü gibi görünür; oysa işlevi bilgeliğin iddiasını sökmektir. Euthyphron’la “dindarlık nedir?” konuşması bunun tipik örneğidir: Sokrates örnek istemez; örneklerin arkasındaki tanıma —dindarlığı dindar yapan şeye— ulaşmak ister. Diyalog, pozitif bir tanım vermeden biter; ama bu sona bir başarısızlık olarak bakmak yanlıştır. Çıkmaz, yeni ölçünün gereğini açığa çıkarır. Karayemiş’in seminerinde, Sokrates’in “kötü niyetli” soruları aslında felsefenin iyi niyetli etiğidir: konforu değil açıklığı, kanaati değil soruyu öncelemek.
Bilim ve sanatla akrabalık, ayrım ve tamamlayıcılık
Felsefe, bilim ve sanatla araçlarını paylaşır ama istikametini ayırır. Bilim, terimleri tanımlar, yöntem kurar, sınar; sanat, tekil deneyimi yoğunlaştırır, duyusal bir hakikate varır. Felsefe ise sorunun kuruluşunu değiştirmekle meşguldür. Bilim “ne” ve “nasıl”a güvenle yürürken, felsefe “hangi ölçüyle?” diye ısrar eder. Sanatın sunduğu tekilliği felsefe kategorik düzlemlere taşımaya kalktığında, sanatı yoksullaştırır; bilimsel doğruları kavramsal “hakikat” adı altında mutlaklaştırdığında ise bilimi katılaştırır. Karayemiş’in önerdiği mesafe, bu alanların birbirini tamamlamasını mümkün kılar: felsefe, bilimin ve sanatın yanında bir üçüncü olarak, ölçü mühendisliği yapar.
Adalet örneği: “Kim haklı?”dan “haklılığı mümkün kılan ölçü”ye
“Adalet nedir?” dediğimizde sağduyu örneklere sarılır: adil hâkimler, hakkaniyetli paylaşımlar… Felsefe bu örnekleri değil, ölçüyü sorar: adil olanı adil yapan nedir? Platon’un İdea’sı, bu ölçünün idesel bir merci olarak düşünülmesini sağlar; Aristoteles, adaleti dağıtıcı ve düzeltici diye ayrıştırır; Kant, adaleti “insanı amaç olarak gören yasa” düzeyine taşır. Böylece tartışma, örnek koleksiyonu olmaktan çıkar; ölçü icadı eksenine oturur. Karayemiş’in semineri, bu kaydırmanın disiplini üzerine kurulur: örnek toplamayı değil, soruyu yeniden kurmayı öğretir.
Sağduyunun imkânı ve sınırı
Sağduyu olmadan yaşanmaz; kara bulut gördüğümüzde yağmur ihtimalini hesap etmek, pratik aklın doğal refleksidir. Fakat iş hakikate ve adalete gelince, sağduyunun “doğal” saydığı pek çok şey, tam da doğallığı yüzünden görünmezleşir. Felsefe bu görünmezliği görünür kılmak için bir adım geri çekilir. Bu geri çekiliş, bir büyüklük taslama değildir; yöntemsel bir mesafedir. Karayemiş’in söylediği gibi, filozofun “kötü niyeti” —bilmezden gelmesi— düşüncenin iyi niyetidir: hazır cevapların rahatına değil, sorunun gerilimine sadakat.
Öğretilebilirlik paradoksu: Felsefe “öğretilir” mi?
Bir yanda teknikler —mantık, çözümleme, argüman kurma— vardır ve bunlar öğretilebilir. Öte yanda felsefenin kalbi, kavram yaratma cesareti ve soruyu başka türlü kurma cüreti, bir pedagojik reçeteye sığmaz. Karayemiş’in yaklaşımı bu paradoksu saklamaz: Felsefe dersleri, düşünmenin iç mekaniğini (eleştiri–sorunsallaştırma–kavram üçlemesini) alışkanlığa dönüştürmeyi amaçlar; gerisi, her düşünürün kendi problemiyle kurduğu özgül ilişkinin eseridir. Yani felsefe, hem “öğrenilebilen” hem de “ancak yapılarak öğrenilebilen” bir pratiktir.
Sorunun siyaseti: Ortak duyudan ortak akla
Ethos, bir toplumun ortak duyusudur; fakat ortak akıl değildir. Ortak aklın kurulabilmesi, ortak duyunun varsaydığı ölçülerin tartışmaya açılmasına bağlıdır. Bu yüzden felsefe, demokrasi için yalnızca “eleştirel” değil, kurucu bir güçtür: Birlikte yaşamanın ölçülerini —hak, adalet, özgürlük— yeniden düşünmeyi mümkün kılar. Karayemiş’in semineri, bu kurucu gücü didaktik bir slogana indirgemez; tersine, her ölçünün soruna göre kurulduğunu hatırlatır. Ölçüler, problemler değiştikçe yenilenir; felsefe, yenilenmenin bilincidir.
Dijital hız çağında: Cevapların değil, soruların krizi
Bugün elimizde hiç olmadığı kadar çok cevap var; ama sorular kötü kurulduğunda, doğru cevap bile yanlış yere düşer. Karayemiş’in verdiği kavramsal araçlar —mesafe, sorunsallaştırma, kavram— bu yüzden günceldir. Yapay zekâ, veri bilimi, algoritmalar: Hepsi “nasıl daha iyi cevap veririz?”e odaklanır. Felsefe ise “neyi ve niçin soruyoruz?” diye sorar. Ölçünün icadı olmadan, hız yalnızca yanlışın hızını artırır. Felsefe, hızın değil ölçünün mühendisi olarak, düşünmeye yön verir.
Mefhumdan kavrama: Bir tablo
Karayemiş’in ayrımı, pratik bir okuma anahtarıdır. Mefhumlar, dış gerçekliğe referansla iş görür; kavramlar, doğrudan “şeye” değil, soruna referansla üretilir. Mefhum, sağduyuya yaslanır; kavram, sağduyunun sınırında, eleştirinin açtığı boşlukta doğar. Mefhum, ethos’un dilidir; kavram, felsefenin yeni dilidir. Bu yüzden bir metni okurken ilk soru şudur: “Burada konuşan şey mefhum mu, kavram mı? Yani dışarıdan hazır alınmış bir isim mi, yoksa içeriden —problemin zorunluluğundan— doğmuş bir isim mi?” Bu sorunun takibi, düşüncenin özgünlüğünü ölçer.
Platon, Descartes, Kant: Üç kavram, üç problem
Platon’un İdea’sı, hakemi olmayan tartışmalara bir iç hakem önerisidir; retoriğin zaferini frenleyen bir ölçü. Descartes’ın Cogito’su, evrensel kuşku karşısında düşünebileceğimiz sıfır noktasıdır; kesinliğin temeli. Kant’ın a priori formları ve kategorileri, deneyimin dağınık akışını mümkün kılan ön düzendir; bilginin sınırlarını çizen bir çerçeve. Üçünde de ortak olan, kavramların dışarıdan “alınmış” olmaması; içeriden, uğraşılan problemden doğmuş olmasıdır. Karayemiş’in seminerinin didaktik gücü, bu iç doğumları, yani kavramın gereklilik anını sezdirmesindedir.
Bir okuma disiplini: Cümleyi değil, hareketi izlemek
Felsefi metinler çoğu zaman kendi içinde gerilimlidir; aynı düşünür farklı eserlerinde bir söylediğini geri alır gibi görünebilir. Bu durumda yapılacak iş, tek tek cümleleri çarpıştırmak değil, düşüncenin hareketini izlemektir: Hangi probleme doğru ilerliyor? Hangi kavramları hangi karşılaşmalarda devreye sokuyor? Hangi ölçüleri tedavülden kaldırıp hangilerini öneriyor? Karayemiş, felsefe okumasını bir iz sürme işi gibi öğretir: Kavramın nerede doğduğunu bulduğunuzda, cümlelerin gürültüsü azalır; düşüncenin hattı belirginleşir.
Ölçü etiği: Kibirden korunmuş bir cesaret
Felsefe, ölçü icat ederken bile kibir üretmemelidir; çünkü her ölçü, yeni bir probleme kadar geçerlidir. Bu yüzden Karayemiş’in seminerindeki ton, dogmatik değil metodiktir: Eleştiri cesaret, sorunsallaştırma sabır, kavram yaratımı sorumluluk ister. Bu üçlü, filozofun karakterini de tarif eder. Kibir, eleştiriyi polemiğe; korku, sorunsallaştırmayı ezbere; acele, kavramı slogana çevirir. Ölçünün etiği, ölçüyü kendinde amaç kılmamak; onu her defasında soruna hizmet ettirmektir.
Kapanış: Eleştiriden kurucu kavrama
Karayemiş’in Felsefeye Girişinin ilk dersi, felsefeyi teknik bir alıştırmalar toplamı olmaktan çıkarıp, bir yöneliş olarak konumlandırır. Yönelişin adımları berraktır:
— Mesafe/Eleştiri: Hazır cevapların iskelesini göstermek.
— Sorunsallaştırma: Sorunun yerini ve biçimini değiştirmek.
— Kavram Yaratımı: Yeni soruya içkin bir ölçü icat etmek.
Bu adımlar birbirinden koparıldığında felsefe ya sığ bir şüpheciliğe (her şeyi yıkıp hiçbir şey kurmamak) ya da katı bir dogmatizme (kavramı mefhumlaştırmak) savrulur. Birlikte işlediklerinde ise felsefe, yapı-söküm ile yapımın aynı eylemde buluştuğu nadir bir insan etkinliği olarak parlar: yıkım kuruculuğa, mesafe yakınlığa, soru kavrama dönüşür.
Bugün, cevapların hızla çoğaldığı; ama soruların kötü kurulduğu bir dünyada, bu üç adım yalnızca felsefi bir disiplin değil, kamusal aklın da şartıdır. Felsefe, Karayemiş’in dersinde gösterildiği gibi, eninde sonunda, kendimize ve birbirimize soruyu daha iyi kurmayı öğretir: Çünkü kötü kurulan bir soru, en doğru cevabı bile yanlış kılar; iyi kurulan bir soru ise, cevabı henüz yokken bile yolu aydınlatır.
