Giriş: Yanlış Sorudan Doğru Sorunsala
Akbank Sanat’ın “Felsefe Seminerleri Dizisi” kapsamında Ferda Keskin’in sunduğu “Foucault ve Öznellik” başlıklı konuşma, Michel Foucault okumasında yıllardır yinelenen bir tuzağı temizlemeyi amaçlıyor: Foucault’nun meselesinin “özne”nin metafizik doğasını tanımlamak değil, öznel deneyimin tarihsel olarak nasıl kurulduğunu göstermek olduğunu. Bu vurgu, Foucault’yu, “özneyi lağvedip son döneminde geri getiren düşünür” gibi indirgemeci anlatılardan kurtarır. Keskin’in hatırlattığı üzere, Collège de France derslerinin yayıma girmesiyle birlikte, Foucault’nun erken arkeolojiden disiplin ve güvenlik analizlerine, oradan da kendilik tekniklerine yürüyen çizgisi bir süreklilik olarak görünür hâle geldi. Bu süreklilikte değişen, tek bir “öz” değil; sorunsalın odağı ve yöntemsel perspektiftir. Foucault, “özne nedir?” diye değil, “öznel deneyimin öznesi konumuna nasıl geçiyoruz?” diye sorar ve bu geçişin tarihsel koşullarını, söylem, iktidar ve kendilik pratiklerinin kesişiminde izler.
Collège de France Etkisi: Parçalı Yorumların Dağılması
Foucault 1970’ten ölümüne dek Collège de France’ta verdiği derslerle, kitaplarında açtığı hatları geniş bir araştırma coğrafyasına yaydı. Derslerin birer birer yayımlanması, özellikle İngilizce literatürde “kemikleşmiş” şemaların sarsılmasına yol açtı. Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu ve Hapishanenin Doğuşu yalnızca kavramsal şemalar sunmaz; belli kurumların mimarisini, zaman–mekân düzenlemelerini, gözetim ve kayıt tekniklerini somut pratikler olarak analiz eder. Daha sonra “güvenlik, toprak, nüfus” ve “biyopolitika” temalarıyla, disiplinin ötesine geçen bir rasyonalitenin—risk, istatistik, olasılık, nüfus yönetimi—nasıl doğduğunu gösterir. Son yıllarındaki kendilik teknikleri ve etik çalışmaları ise, öznenin yalnızca kurulan değil, kendini kuran bir varlık olduğunu vurgular. Bu bütün, “özne yoktur” diyen bir nihilizm değil; öznenin tarihsel olarak kurulabilirliğini gösteren bir eleştirel tarih tekniğidir.
Özne mi, Öznel Deneyim mi? Yer Değiştiren Soru
Keskin’in altını çizdiği temel ayrışma burada belirginleşir: Foucault’nun muhatabı “özne”yi tanımlamak değildir; öznel deneyimin nesneleşme ve özneleşme koşullarını soruşturmak, yani “özneleşme”yi (subjectivation) çözümlemektir. Öznellik, kişinin kendi varlığıyla kurduğu bilinç ilişkisi, kendini belirli kavramlar altında temsil etme tarzıdır; ancak bu temsil salt içsel bir bilinç edimi değil, tarihsel pratiklerin, söylemlerin ve normların içinde mümkün hâle gelir. Bu yüzden kimlik, evrensel ve zorunlu bir öz değil, kurulmuş ve dolayısıyla kırılabilir bir düzenektir. Foucault’nun ilgisi transandantal mekanizmaların iç işleyişinde değil, tarihsel olarak “nasıl oldu da böyle düşündük ve böyle olduk?” sorusundadır.
Söylem ve İktidar: Üretken İlişkiler, Hakikat Rejimleri
Foucault’da söylem (discours) dilsel bir kabuğa indirgenemez; söylemsel olanla söylemsel olmayan (maddi pratikler, kurumlar, mekânsal örgütlenmeler) bir ilişkiler bütününde eklemlenir. Bir alan söylemle “tutulduğunda”, kavramsal adlandırmalar, istatistikler, sınıflandırmalar kadar, dosyalama rejimleri, mimari kurgular, gözetim teknikleri de devreye girer. İktidar ise, tek başına bir öznenin sahip olduğu mülk değil; eylemler arası ilişkiler alanıdır. Bu nedenle iktidarın ön koşulu özgürlüktür: Tarafların bir eylem alanı olduğu müddetçe, etkileme–direnme, genişletme–daraltma ilişkileri mümkündür; eylem alanlarından biri kilitlendiğinde, yani karşı tarafın olası edimleri tıkanınca tahakküm ortaya çıkar. Batı’ya özgü en tehlikeli tahakküm biçimi, Foucault’ya göre, öznelliğin üzerinde kurulan tahakkümdür: kişinin kendini düşünme ve temsil etme yollarının tekleştirilmesi.
Sorunsallaştırma: Düşüncenin Nesnesi Nasıl Kurulur?
Foucault’nun geç dönem anahtar kavramı sorunsallaştırma (problématisation), “olanı temsil” ile “olmayanı yaratma” karşıtlığını aşar: Belirli bir şeyin (delilik, suç, cinsellik, hastalık) söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler tarafından alınıp hakikat oyunlarına dahil edilerek bir düşünce nesnesine dönüştürülmesi sürecidir. Bir şey düşüncenin nesnesi hâline geldiğinde, onun etrafında öznel deneyimler, kimlikler, itiraf ve susma ekonomileri oluşur. Deliliğin Tarihi, “akıl hastası” kimliğinin; Kliniğin Doğuşu, bedeni gören bakışın; Hapishanenin Doğuşu, suçlu öznelliğinin sorunsallaştırma tarihidir. Bu okumayla “özne” mefhumu da yeni bir ışıkta belirir: Özne, sorunsallaştırmaların kesişiminde, belirli hakikat rejimlerinin kıskacında ve onlara verilecek cevaplar eşliğinde kurulur.
Öznelleşmenin Eksenleri: Bilgi, Norm ve Kendilik
Öznel deneyim tarihsel olarak üç eksenin kesişiminde doğar: bilgi alanları, normatif düzenlemeler ve kendilik ilişkileri. Bir davranış biçimi—cinsellik, hastalık, suç, “çalışmayan beden”, “sapkın arzu”—bir çağda sorun hâline gelir; onun etrafında tıp, psikoloji, kriminoloji gibi bilgi alanları kurulup “bilimsel hakikat” iddiasıyla konuşur. Bu bilgi, hukuk, tımarhane, okul, fabrika, kışla gibi kurumlarda bir norm ekonomisine dönüşür; sınıflandırır, izler, tedavi eder, cezalandırır. Son olarak birey, bu bilgi–norm ağını kendi üzerine çevirir: Kendine bu kavramlarla bakar, onları içselleştirir, düzenler, dönüştürür ya da onlara karşı yeni teknikler icat eder. Foucault’nun “kendilik teknikleri” dediği tam da budur: öznenin yalnızca kurulan değil, kendi üzerinde çalışan bir varlık oluşu.
Kimlik ve Sınır: Pozitif Özgürlük Olarak Özgürleşme
Keskin’in politik çerçevesi, Foucault’nun derdinin “devlet”ten önce “dayatılmış bireysellik” olduğunu hatırlatır. Devleti aşma idealinden ziyade, devlet ve kurumlar aracılığıyla içimize işleyen kimlik dayatmalarını ayrıştırmak, çözmek, çoğullaştırmak gerekir. Foucault için özgürlük negatif bir engel yokluğu değil; yeni öznellikler geliştirme kapasitesidir. Tahakküm, bir yasağın sertliğinden ziyade, “kendini yalnız şu biçimde düşün” baskısıdır. Bu nedenle siyasetin etik buyruğu, “kilitli eylem alanlarını** açacak pratikler icat etmektir: Kendine söylemenin, yaşamı düzenlemenin, arzuyu işlemenin, bedeni disipline etmenin ve başkasına görünür olmanın farklı yollarını bulmak. Özgürleşme, bir “dışarı” fantezisi değil; rejimin içindeki oynama paylarını çoğaltmak ve onları kalıcı kılacak sanatların toplamıdır.
Söylem–Mekân–Beden: Maddi Pratiklerin Dili
Foucault’nun yeniliği, söylemi maddi pratiklerle eşzamanlı düşünmesidir. Hapishanenin “panoptik” mimarisi, kliniğin yatak sıraları ve görüş hatları, okulun zaman çizelgeleri, fabrikanın vardiyaları—bunların tümü söylemin dilini bedene yazar. Psikopatoloji söylemi yalnızca kavramlardan ibaret değildir; kapatma, tecrit, gözlem, dosyalama ve mimari inşa da onun dilidir. Böylece “normal/patolojik”, “sağlıklı/hasta”, “çalışkan/tembel” gibi çiftler, tek tek bireylere yalnızca ad vermez; aynı zamanda adres tayin eder. Bu adresleme, öznenin kendini bulduğu ve çoğu zaman mecburen konuşmak zorunda kaldığı koordinat sistemidir.
Yanlış Okumalarla Hesaplaşma: Liberalizm, Neoliberalizm ve Dönüş Efsanesi
Foucault’nun liberalizm ve neoliberalizm üzerine dersleri (örneğin “Biyopolitikanın Doğuşu”) kimi okumalarda bir “dönüş” olarak pazarlanır: Sanki Foucault 70’ler ortasında özneyi, piyasayı ve bireysel özgürlüğü yeniden keşfetmiş gibi. Keskin’in de eleştirdiği üzere, bu “dönüş” anlatısı tarihsel olarak kırılgandır. Foucault’nun burada yaptığı, piyasa aklını, girişimsel öznenin icadını, rekabetin norm olarak içselleştirilmesini bir hakikat rejimi olarak çözümlemektir; onaylamak değil, koşullarını ve tekniklerini ifşa etmektir. Özne buradaki gibi “girişimci benlik” biçiminde de kurulabilir; mesele, bunun zorunlu tek biçim olmadığını göstermek, alternatif kendilik tekniklerinin imkânını açmaktır. Dolayısıyla “Foucault özneyi bıraktı/geri aldı” şeması, metinlerin çalıştığı ince ayarları görmezden gelir.
Direnişin Mikrofiziği: İtiraf, Susma, Sapma
Foucault’da iktidar asla tek yönlü değildir; iktidar ilişkilerinin olduğu yerde, direniş imkânı da içkindir. Bu direnç yüksek sesli bir başkaldırı olmak zorunda değildir; bazen susma stratejisi, bazen itirafın ritmini bozma, bazen sapma ve maskelenmedir. Cinselliğin Tarihinde anlatılan itiraf ekonomisi, arzunun söyleme bağlanma teknikleri kadar, bu bağın gevşetilebileceği çatlakları da işaret eder. Direniş burada bir “dışarı”ya kaçış değil; hakikat oyunlarını yeniden kurgulama sanatıdır: Kendi kendini söylemenin, başkasına görünmenin ve normla pazarlık etmenin yeni biçimleri. Bu küçük teknikler, büyük kopuşların olmayışı anlamına gelmez; tersine, büyük dönüşümler çoğu kez bu mikro tekniklerin sedimantasyonu üzerine kurulur.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/
wiki/File:Michel_Foucault_1974_Brasil.jpg
Collège de France’ın Pedagojisi: Açıklığın Biçimi
Foucault’nun Collège de France’taki kürsüsü, klasik bir “mektep mevkii” değil, araştırmanın canlı dolaşıma sokulduğu bir açıklık pedagojisiydi. Bütün yıl süren arşiv ve analiz, birkaç ayda yoğun bir söz olarak paylaşılıyordu; soru–cevap yoktu, ama bu kapalı olduğu anlamına gelmiyordu: Konuşma biçimi, düşünceyi hızla haritalandırma ve tartışmayı daha sonra farklı mecralarda sürdürme imkânı yaratıyordu. Derslerin bugüne yayımlanması, bir tür “ikinci dolaşım”dır; Foucault okumasını ezberlerden kurtarıp, metinler arası geçişlerin titreşimini duyulur kılar.
Güncellik: Biyo-İstatistikten Algoritmik Yönetselliğe
Foucault’nun güvenlik ve nüfus analizleri, günümüzde algoritmik yönetsellik tartışmalarıyla yeniden yankılanır. Risk profil çıkarımı, kredi puanlama, davranış tahmini, dijital gözetim ve veri temelli norm üretimi, 18.–19. yüzyılın biyo-istatistiğine benzer bir rasyonaliteyi çağdaş tekniklerle sürdürür: nüfusu olasılıklar içinde yönetmek, sapmaları erken tespit etmek, arzuları öngörülebilir kalıplara oturtmak. Bu bağlamda öznel deneyimin kurulması, artık yalnız klinik, okul ya da fabrika üzerinden değil; platformlar, uygulamalar ve ölçülebilir benlikler üzerinden işlemektedir. Foucault’nun “kendilik teknikleri” dersi, bu yüzden bugün, “dijital kendilik teknikleri” sorusuna doğru genişler: Kendini izleme, puanlama ve sergileme rejimlerinin içinde, başka türlü bir özne nasıl mümkün olur?
Konuşmacıyla Diyalog: Savunulan Tezin Gücü ve Sınırları
Keskin’in “özne değil öznel deneyim” vurgusu tartışmayı doğru yere taşır; fakat bu yeniden konumlandırmanın kendisi de iki risk taşır. İlk risk, Foucault’nun metinlerindeki erken arkeolojik katmanın özgüllüğünü yitirmektir: Kelimeler ve Şeyler ve Bilginin Arkeolojisi’nin “ifade kipleri” ve “söylemsel pratiksellik” üzerine kurduğu hassas ayrımlar, yalnızca öznel deneyimle değil, bilgi biçimlerinin iç düzeniyle de ilgilidir. İkinci risk, “öznel deneyim”in politik yönünü yalnız kurumların dışsal baskılarına indirgemektir. Oysa Foucault, öznenin kendini kurma pratiklerinin estetik ve etik boyutlarını, dışsal zor kadar içsel itiyatların da belirlediğini söyler. Bu iki risk, Keskin’in tezini zayıflatmaz; tersine, onu genişletme gereğini işaret eder: Öznel deneyim araştırması, bilgi biçimlerinin tarihini (arkeoloji) ve iktidar ilişkilerinin mikrofiziğini (soykütük) aynı anda işletmekle güç kazanır.
Sonuç: Özne Kalmadan Özgürleşmek Değil; Özneyi Başka Türlü Kurmak
Foucault’nun yolu, “özneyi iptal” ile “özneyi geri çağırma” arasında salınmaz. Asıl mesele, öznenin nasıl kurulduğunun (bilgi, norm, kendilik), nerede kilitlendiğinin (tahakküm) ve hangi tekniklerle yeniden kurulabileceğinin (özgürleşme) gösterilmesidir. Bu çerçevede “özgürlük”, yüksek soyut bir ideal değil; pratik bir sanattır: söylemi eğip bükme, normla pazarlık, kendini başka türlü söyleme, arzuyu farklı tekniklerle işleme, bedeni ve zamanı başka türlü düzenleme. Keskin’in semineri, bu sanatın çağdaş bir dersidir: Foucault’yu yanlış okumalardan kurtarırken, bizi yeni öznelliklere alan açmaya çağırır. “Özne nedir?” sorusuna doyurucu bir metafizik yanıt peşinde koşmak yerine, “nasıl oldu da böyle olduk ve başka nasıl olabiliriz?” sorusuyla işe başlamak—Foucault’nun mirası budur. Öznellik tarihsel ise, değiştirilebilir; değiştirilebilir ise, hem eleştiri hem icat görevimiz sürüyor demektir.
