Retansiyonun Ufku, Algının Kuruluşu ve Kimliğin Zamanı
Giriş – Fenomenolojinin iddiası: Kuruluşu yakından görmek
Bu yazı, Akbank Sanat’ta Doç. Dr. Sanem Yazıcıoğlu’nun “Husserl ve Bellek” başlıklı seminerinden hareketle, Edmund Husserl’in bellek ve zaman çözümlemelerini, algının kuruluş dinamikleriyle birlikte, akıcı ve bütünlüklü bir çerçevede yeniden ele alıyor. Amacımız, Husserl’in fenomenolojik projesinin merkezine yerleşen “dolayımsızlık” (aracısızlık) iddiasını sadece bir slogan gibi anmak değil; bu iddianın, yönelimsellik (intentionality), retansiyon (birincil bellek), protensiyon/protensiyon (beklenti), “genişletilmiş şimdi”, pasif sentez (edilgin bireşim) ve tarihsellik gibi kilit kavramlarla nasıl işlediğini göstermektir. Yazıcıoğlu’nun çizdiği hat, belleği “depolama” metaforlarından kurtararak, zamansal bir kurma (constitutio) etkinliği olarak düşünmeye davet ediyor: geçmişi, şimdiyi ve geleceği, tek bir deneyim ufku içinde birleştiren bir etkinlik.
Husserl’in çalışma üslubu: “Yeniden başlayan” filozofun yazı–düşünce birliği
Husserl, düşünme ile yazma arasındaki aralığı neredeyse ortadan kaldıran bir üretkenlikle, ardında devasa bir külliyat bırakır (Husserliana). Kendisini “her an yeniden başlayabilen” bir filozof olarak konumlandırması, önceki metinlerini eleştirel biçimde yeniden yazabilmesini de açıklar. Bu tavır, fenomenolojinin “yakından görme” ve “yeniden kurma” ısrarıyla birleştiğinde, bellek ve zaman sorunlarının yalnızca tematik değil, yöntemsel olarak da merkezî olduğunu gösterir: düşünce, yazı içinde, zamanın iç ritmine uyarak açılır.
Yönelimsellik: Bilincin iç hareketi ve deneyimin taşıyıcısı
Yönelimsellik, bilincin bir şeye yönelik olmasını anlatır; ama burada “yönelmek”, sadece dışsal bir hedefe dönmek değildir. Husserl için yönelimsellik, duyusal veriyi (duyum) algıya dönüştüren, onu bir anlam düzeni içinde “tutan” iç etkinliktir. Bir nesneye dokunmak, bir yüzü izlemek, bir melodiyi dinlemek—tüm bu deneyimler, bilincin “tutma” (halten) hareketi sayesinde algıya dönüşür. Bu tutma hareketi, algının bir defalık bir an değil, zamansal bir yapı oluşunun ilk ipucudur: bilincin işi, anları bir araya getirip bir bütün hâline getirmektir.
Zamansallık ufku: Zamanın içinde olmak değil, zamanı kurmak
Husserl, gündelik metaforu tersine çevirir: Biz “zamanın içinde” pasifçe akıp gitmiyoruz; tam tersine, karşılaşmalarımız ve kurma etkinliklerimiz sayesinde, zamana bir tasarım veriyoruz. Zaman, boş bir kap değil; deneyimin iç dokusunda kurulan bir ufuktur. Bir şeyi algılamak—örneğin bir masayı görmek—sehpanın görünmeyen yanlarını da “ufuk” olarak birlikte taşır: arka yüz, alt yüzey, dokununca hissedilecek pürüz… Algı, “şimdi”yi tek ve yalıtık bir kesit olarak vermez; şimdi, öncesi ve sonrasıyla genişleyen bir örgüdür.
Genişletilmiş şimdi: Retansiyon, protensiyon ve “şimdiki şimdi”
Husserl’in zaman bilinci çözümlemelerinde, “genişletilmiş şimdi” anahtar bir kavramdır. Şimdi, içine bir “henüz gitmemiş geçmiş” (retansiyon) ve “henüz gelmemiş gelecek” (protensiyon/protensiyon) alır. Müzik örneği burada açıklayıcıdır: Melodi, ardışık notaların çıplak toplamı değildir; önceki notanın tınlayışı hâlâ şimdide sürer (retansiyon), bir sonraki notaya dair beklenti şimdide gerilimi kurar (protensiyon), ikisi de “şimdiki şimdi”de buluşarak melodik anlamı oluşturur. Demek ki algı, “şimdi”yi üç boyutlu bir düğüm olarak kurar.
Birincil bellek (retansiyon): Algının iç iskeleti
Retansiyon, algının en temel belleksel boyutudur: şimdiki deneyimi, az önce geçmiş olana bağlayarak süreklilik kurar. Bu, “hatırlama” anlamında bir geçmişe dönüş değil; şimdinin, az öncekiyle birlikte tutulmasıdır. Bu yüzden retansiyon depolama değildir; akışın kendi süreklilik mantığıdır. Görme deneyiminde bir hareketi takip edebilmemiz, konuşanı anlayabilmemiz, yüz ifadelerindeki mikro değişimleri kavrayabilmemiz, retansiyon zincirlerinin görünmez işçiliğine bağlıdır.
İkincil bellek: Anımsamanın dolayımsızlığı ve özdeşliğin korunması
Husserl’in, “anımsama”yı (recollection) depodaki bir görüntünün çıkarılıp zihne taşınması gibi tasvir eden empirist modellere itirazı buradan anlaşılır. Ona göre anımsama, tıpkı algı gibi, kendine özgü bir yönelimsellik edimidir ve nesnesiyle doğrudan ilişki kurar: “şimdi”de gerçekleşir, fakat nesnesi geçmişteki “şimdi”dir. Bu “doğrudanlık”, geçmişe büyülü bir sıçrama değildir; geçmişte kurulmuş retansiyon düğümlerinin, şimdide yeniden faal hâle gelmesi—Husserl’in deyişiyle “uyandırılmasıdır”. Bu sayede özdeşlik duygusu kurulur: ayrıntıların bir kısmı değişse de olayın “o olay” olduğuna inanmamızı sağlayan çekirdek, ikincil belleğin yönelimsel yapısında korunur.
Edilgin bireşim (pasif sentez): Ufuk, gölgeleme ve indeksler
Algı hiçbir zaman yalnızca “görünen”den ibaret değildir; her görünen, görünmeyen yanlarıyla birlikte gelir. Nesnelerin “ufuksal” yapısı—arka yüz, dokunma olanağı, başka bakış açılarından görünecek taraflar—bilincin edilgin bireşim süreçlerinde bir araya getirilir. Husserl’in “gölgeleme” (henüz açığa çıkmamış görünüş) dediği bu yanlar, algının ve belleğin indeksli yapısını besler: bilinç, nesneyi her an tamamlayan, varyasyonlara açık bir bütünlük olarak kurar. Pasif sentez, işte bu tamamlayıcı dokumadır; etkin bir “yorumlama” başlamadan önce, deneyimin taşıyıcı zemini örülmüştür bile.
Zamansal örgü olarak kimlik: Uyanma, tekrarlanabilirlik ve tarihsellik
Yazıcıoğlu’nun vurguladığı “uyarma/uyanma” (Erweckung) fikri, Husserl’de kimlik ile bellek arasındaki bağı görünür kılar. Kimlik, bir kez verilmiş sabit bir çekirdek değil; retansiyon–protensiyon örgüsünün, belirli düğümlerinin tekrar tekrar “uyanmasıyla” süreklilik kazanan bir kurgu biçimidir. Olaylar unutulduğunda yok olmaz; kurucu retansiyon izleri sönükleşir, fakat yeniden faal hâle gelmeleri (aktüelleşmeleri) mümkündür. Bu yüzden Husserl’de bellek, kurgusal bir sahne değil; her an güncellenebilir potansiyele sahip, tarihselliğin içinden çalışan bir kurma alanıdır. Kişisel kimlik de bu dinamik içinde, geri dönüşlerle, yeni bağlamlarla, farklı protensiyonlarla yeniden dokunur.
Fenomenin öznel statüsü ve doğruluk sorusu
“Fenomen, bilinçte kendisini gösteren şeydir.” Bu formül, Husserl’in öznelciliğe düştüğü anlamına gelmez; tam tersine, görünüşün olanağını sağlayan yönelimsellik ve zamansallık yapısına dikkat çeker. Doğruluk sorusu bu zeminde yeniden düşünülür: bir olayın ayrıntıları değişebilir; fakat onu “o olay” yapan özdeşlik duygusu, ikincil belleğin yönelimsel çekirdeğinde sürer. Husserl bu noktada inanç ufkundan söz eder: anımsamada, tıpkı algıda olduğu gibi, bir “verilme tarzı”na (modus) uygun bir kabul eşlik eder. Demek ki doğruluk, salt dışsal bir karşılık ilkesine indirgenemez; zaman bilincinin örgüsünde kurulur.
Algı–bellek–zaman üçgeni: Müzik, söz, yüz
Müziğin örnek olması, sadece ritmik açıklıktan değildir; müzikte retansiyon–protensiyon ilişkileri, “genişletilmiş şimdi”yi işitilebilir kılar. Benzer biçimde konuşmayı anlamak, yalnızca tek tek kelimeleri duymak değil; önceki ton, niyet, bağlam izlerini retansiyonda taşırken, bir sonraki sözün anlam alanına protensiyonla hazırlanabilmektir. Yüz okumada da aynı örgü işler: bakışın süresi, kaşın kalkışı, dudak kıpırdanışı—mikro hareketler retansiyonla tutulur; bir sonraki jest protensiyonla beklenir; o anki yorum “şimdiki şimdi”de tamamlanır. Her üç örnek, algının belleksiz düşünülemeyeceğini, belleğin de zamansal bir kurma etkinliği olduğunu sergiler.
Fenomenoloji ve bilimler: Diyalog, ayrım, imkân
Yazıcıoğlu’nun işaret ettiği gibi, Husserl’in bellek çözümlemeleri bugün zihin felsefesi ve sinirbilim için de verimli karşılaşma noktaları sunar. Ancak fenomenoloji, deneysel ölçümlerle aynı düzlemde rekabet etmeye değil, o ölçümlerin imkân koşullarını—görünüşün, algının ve zaman bilincinin nasıl mümkün olduğunu—açığa çıkarmaya taliptir. Retansiyonun fenomenolojik tasviri, sinaptik izlerle, ağ örüntüleriyle yan yana okunabilir; fakat indirgenemez. Bu çift yönlü okuma, bir yandan aşırı felsefileştirme tehlikesini, öte yandan kaba indirgemeciliği bertaraf eder: deneyimin anlam düzeni, yalnızca nörofizyolojik eşleşmelerle açıklanamaz; ama nörobilimsel veriler, fenomenolojik betimlemeleri zenginleştirebilir.
Türkçede felsefe, arşiv ve çeviri siyaseti
Seminerin bağlamı, yalnızca kavramsal bir tartışma değil; Türkçede felsefe yapmanın, çeviriyle kavram ıslahının ve arşiv bilincinin önemine de işaret ediyor. Husserl’in Freiburg arşivlerinde süren edisyonları (Husserliana), “yazı–düşünce” birlikteliğini maddi olarak da gösterir. Türkçeye “retansiyon”, “protensiyon/protensiyon”, “yönelimsellik”, “edilgin bireşim”, “genişletilmiş şimdi” gibi terimlerin kazandırılması ise sadece dilbilimsel bir mesele değildir; fenomenolojik bakışın düşünüş tarzını Türkçede mümkün kılan bir kültür politikasıdır.
Bir eleştiri imkânı: “Doğrudan anımsama” ne kadar doğrudan?
Husserl’in anımsamayı “doğrudan” bir bilinç edimi olarak ele alması, onu klasik temsile karşı güçlü kılar; ancak bu vurgu, anımsamanın sahiciliğini garanti eden bir dogma olarak okunmamalıdır. Fenomenolojik betimleme, “nasıl veriliyor?” sorusunu açık tutar: anımsama, şimdide gerçekleşir; peki şimdinin duygulanımı, bağlamı, amaçlılığı—tüm bu etkenler anımsananın “verilme tarzı”nı nasıl dönüştürür? Burada Husserl’in geliştirdiği varyasyon yöntemi (eidetik indirgeme), yanlış anımsama, boş anımsama, ikame edim gibi tipleri ayırt ederek bir nüanslandırma imkânı sunar. “Doğrudanlık”, dolayımın hiçliği değil; verilme tarzlarının fenomenolojik ayıklanmasıdır.
Pasif–aktif diyalektiği: Alımlama, kurma, eleştirel kendilik
Algı ve bellek anlatılırken pasif süreçlerin (edilgin bireşim) önceliği sıkça vurgulanır; fakat bu, etkin yorumun, eleştirel mesafenin, yeniden kurmanın ihmal edildiği anlamına gelmez. Husserl’de etkin sentezler, pasif dokunun üzerinde yükselir. Bu diyalektiğin varoluşsal bir sonucu vardır: “kendilik”, salt verileni alan bir alıcı değil; verileni yeniden kuran, ufukları değiştiren, retansiyon düğümlerini başka biçimde uyandıran bir faildir. Böyle bakınca fenomenoloji, yalnızca betimleyici değil; özgürleştirici bir sorumluluk etiğini de ima eder.
Sanat, bellek ve tekillik: Eserin kendini yeniden üretmesi
Yazıcıoğlu’nun sanat vurgusu, Husserlci bellek teorisinin estetik alandaki açıklayıcılığını görünür kılar. Bir sanat yapıtı, her karşılaşmada yeniden kurulur: önceki izlenimler uyanır, yeni protensiyonlar belirir, eserin ufukları genişler. Tekillik, işte bu yeniden kurma olayında yatar: tekillik, biricik ve tekrarsız olana değil; tekrarın içinde “farkın uyanması”na ilişkindir. Bu yüzden bellek, sanat deneyiminin düşmanı değil; onun zamansal motorudur.
Sonuç – Belleğin zamanı, kimliğin dokusu
Husserl’in bellek–zaman çözümlemeleri, fenomenolojinin kalbini görünür kılar: algı, “şimdi”yi genişleten retansiyon ve protensiyon örgüsünde kurulur; anımsama, şimdide gerçekleşen yönelimsel bir edim olarak geçmişin “şimdiki şimdi”lerini uyandırır; kimlik, bu uyanmaların ritminde süreklilik kazanır. Yazıcıoğlu’nun semineri, bu temel içgörüleri Türkçe düşünme alanına titiz ve açık bir dille taşırken, iki önemli mesaj verir: (i) bellek depolama değildir; zamansal bir kurma etkinliğidir; (ii) fenomenoloji, bilimlerle çekişen değil, onların imkân koşullarını görünür kılan bir yöntemdir. Böylece “bellek” yalnızca geçmişe dönük bir arşiv değil, geleceğe açılan bir kurma gücü olarak anlaşılır: kimliğimizi, anlam ufkumuzu, birlikte kurduğumuz dünyayı her an yeniden biçimlendiren bir güç.
Not – Kaynak bağlamı
Yazı, Akbank Sanat YouTube kanalındaki “Felsefe Seminerleri Dizisi – Sanem Yazıcıoğlu: Husserl ve Bellek” başlıklı etkinliğin deşifre ve içerik hatlarını temel alarak hazırlanmış; kavramsal aparat ve eleştirel açılımlar genişletilmiştir.
