Kant’ın etik mimarisinde “neyin yapılması gerektiği” sorusu yalnızca doğru eylem tarifleriyle değil, bu tariflerin imkân koşullarıyla birlikte ele alınır: insan hangi anlamda özgürse kendini evrensel bir yasayla yükümlü kılabilir; hangi türde bir motivasyon “ahlaki” adını hak eder; insan eğilimlerinin köküne işlemiş bir “kötülük” varsa ödev nasıl mümkün olur? Bu yazı, Kant’ın pratik felsefesini bu üç düğüm üzerinden yeniden kuruyor: (i) doğa nedenselliğiyle bağdaşır bir “özgürlüğün nedenselliği”, (ii) heteronomi eleştirisi zemininde saygının (Achtung) özgül motivasyon statüsü ve (iii) Din İçinde Salt Aklın Sınırları İçinde başlığında sistematikleştirilen “radikal kötülük” öğretisi. Amaç, Kategorik İmperatif’in bilinen formülasyonlarını tekrar etmektense, onların nasıl mümkün kılındığını ve çağdaş uygulama alanlarında (kurumsal tasarım, dijital etik, biyoetik, politika) neden hâlâ yol gösterici olduklarını göstermektir.
İki Nedensellik, Tek Sorumluluk: Transendental Özgürlük
Kant için özgürlük, empirik olgular arasındaki nedensel zincirde gözlemlenebilen bir “boşluk” değildir; “kendinde-şey” düzeyinde bir özbelirleme yetisidir. Teorik akıl doğayı zorunlu yasalar altında tasvir ederken, pratik akıl aynı öznenin bir başka kipi olarak “özgürlüğün nedenselliğini” tesis eder: “yapmalıyım” cümlesi bir etki-tepki mekaniği değil, kendine yasa koyan aklın kendi üzerinde kurduğu etkinliktir. Böylece kişi, fenomen dünyasında betimlenen eğilim ve çıkarlarını tanıyarak, numenal anlamda kendini evrenselleştirilebilir bir ilkeye bağladığında “sorumlu” olur. Ahlaki yükümlülüğün imkânı, “doğanın nedeni” olmakla “özgürlüğün nedeni” olmanın aynı öznenin iki farklı atfı olarak birlikte düşünülmesine bağlıdır.
Bu çerçevede Kategorik İmperatif’in ünlü formülleri (Evrenselleştirilebilirlik, Kendinde-Amaç Olarak İnsan, Amaçlar Krallığı) ahlaki içeriği farklı dillerde ifade eder; ama dayandıkları yer aynıdır: pratik aklın otonom yasa koyuculuğu. “Eyleminin maksimi, senin iradenden evrensel yasa olabilsin” ifadesi, öznenin kendisine verdiği buyrukla dünyada bir nedensellik başlatabileceğini; “insanı asla yalnızca araç olarak kullanma” ilkesi, bu nedenselliğin diğer yasa koyucuların otonomisine içkin saygıyla sınırlanması gerektiğini; “amaçlar krallığı” ideali ise tüm rasyonel varlıkların karşılıklı yasa koyuculuğundan doğan bir kamusallığın ufkunu dile getirir.
Heteronominin Tipolojisi: Neden Koşullu Mutluluk Etiği Ahlakın Yerine Geçemez?
Kant’ın heteronomi eleştirisi, “haz”, “mutluluk” veya “dışsal otorite”ye dayalı bütün ahlak taslaklarının tek bir kusurunu teşhis eder: bu taslaklar koşulludur. Hazzın artması, mutluluğun çoğalması, Tanrı buyruğuna itaat ya da törel gelenek—hangi gerekçeyi alırsanız alın—ilke “eğer… o halde…” şemasına düşer. Bu da buyruğu hipotetikleştirir. Oysa ahlaki buyruk koşulsuz olmalıdır; çünkü saygı duyduğumuz şey sonuçların çekiciliği değil, aklın kendine verdiği yasanın otoritesidir. “Yapmalıyım” ifadesi, “yaparsam iyi hissedeceğim” ya da “yapmazsam cezalandırılacağım” hesabına indirgenirse, ödevin içeriği sonuçların aritmetiğine rehin düşer.
Bu, Kant’ın faydacılıktan ayrılmasının teknik değil, yapısal sebebidir. Sonuçların hesabı ahlaki muhakemenin bir girdisi olabilir; fakat normatif otoriteyi sağlayamaz. Çünkü sonuçlar, ilkenin evrenselliğine değil, olguların değişkenliğine bağlıdır. Kanıta dayalı politika yapmak başka şeydir; normatifliği sonuçlara eşitlemek bambaşka.
Saygı (Achtung) Neden “Duygu”dur Ama “Duygusallık” Değildir?
Kant, ahlaki motivasyonu ne duygusuz bir soğukluk ne de duygusal coşkunluk olarak tanımlar. “Saygı” bir duygu olarak yaşanır; ama kökeni duyusallıkta değil, aklın kendisindedir: yasa, eğilimlerimizi sınırladığı ölçüde ben-merkezci itkilerimizi “aşağılar” ve bizde, öz-belirlememizin gerçek ölçütü olan yasa karşısında bir alçalış duygusu yaratır. Bu özgül duygu, ne korku (dışsal yaptırıma bağlıdır) ne sevgi (hazza yönelir) ne de sempati (rastlantısal yakınlıktır) ile karıştırılabilir. Saygı, bizzat otonominin fenomenal iz düşümüdür: “yapmalıyım”ın öznel yankısı.
Bu nedenle Kantçı motivasyon teorisi, “iyi insan” tasvirlerinden değil, “iyi ilke” testinden hareket eder. İyi insan bazen iyi bir tesadüf olabilir; iyi ilke ise tesadüfi değildir. Kişi, kendini iyi hissettiği için değil, kendini yasa koyucu olarak düşündüğü için eylemini belirler. Bu nokta, güncel etik tartışmalarda (ör. “erdem sinyallemesi”, “moral licensing”) Kant’ın niçin tükenmez bir düzeltici güç sunduğunu da açıklar.
Ödevlerin Haritası: Mükemmel/Eksik Ayrımı ve Güncel Uygulamalar
Kant, evrenselleştirilebilirlik testinden hareketle iki tür çelişki ayırt eder: “doğa yasasına” dayalı çelişkiler (maksim evrenselleştirildiğinde pratik aklın doğasını imkânsızlaştırır) ve “irade” düzeyindeki çelişkiler (maksim evrenselleştirildiğinde onu istikrarlı biçimde isteyemez hale geliriz). İlki “mükemmel ödevler” (örneğin yalan yasağı), ikincisi “eksik ödevler” (örneğin yetenek geliştirme, yardım etme) üretir. Bu ayrımı çağdaş örneklerle sınayalım, fakat klasik örneklerin basitliği yerine güncel tasarım ve kurumsal bağlamları öne çıkaralım.
Dijital karanlık desenler: Kullanıcı rızasını kılık değiştirerek “zorlayan” arayüz kalıpları (önceden işaretli kutular, labirentvari iptal akışları) evrenselleştirildiğinde, rızanın anlamı erir; “rıza temelli işlem” kurgusu kendi temelini tahrip eder. Bu, “yalana yakın” bir araçsallaştırma biçimidir; mükemmel ödev ihlalidir.
Veri minimizasyonu: “İhtiyaç duyduğumdan fazla veri topla ki ileride işime yarasın” maksimi evrenselleştirildiğinde, veri paylaşımının rasyonel koşulu (kontrollü ve amaçla orantılı aktarım) ortadan kalkar; sistemik güvensizlik doğar. Burada ya doğa yasası tarzı bir çelişki (rıza kurumunun çökmesi) ya da irade çelişkisi (herkesin herkesi makul şüpheli görmesi) belirir.
Akademik bütünlük ve üretken yapay zekâ: “Zaman kazanmak için kaynak belirtmeden üretken yapay zekâ metni kendi eserim gibi sunarım” maksimi evrenselleştirildiğinde, “yazar”lık merciinin ayırt edilebilirliği kaybolur; akademik atfın anlamı söner. Bu da mükemmel ödev (dürüstlük) ihlalidir. Buna karşılık “kendi argümanımı keskinleştirmek için araçtan iskelet çıkarır, sonra bizzat geliştirip açıkça bildiririm” maksimi, rıza/kamusallık sınavından geçebilir; hatta eksik ödev (yetenek geliştirme) kapsamında teşvik edilebilir.
Kurumsal uyarıcılık (whistleblowing): “Sisteme içkin bir adaletsizliği ifşa etmek” eksik ödev ile mükemmel ödevin kesişim alanıdır. Evrenselleştirildiğinde kurumlar hata düzeltme kapasitesine kavuşur (kamusallık), fakat kişisel risk dağılımı adil olmalıdır. Kantçı bakış burada “amaçlar krallığı” kavramıyla azami zarar-minimizasyonuna değil, meşruiyetin dayandığı yasa koyucular arası karşılıklı tanımaya vurgu yapar: uyarı mekanizmaları, özneye yalnızca cesaret değil, yapısal güvence borçludur.
Biyoetikte bilgilendirilmiş onam: “Klinik işe alımı hızlandırmak için risk bilgisini sadeleştireyim” maksimi, evrenselleştirildiğinde rızayı bilgililik koşulundan mahrum bırakır; kişi yeniden salt araçlaşır. Oysa Kantçı izin rejimi, rızayı hukuki formaliteye indirgemez; otonominin kurucu içeriğidir.
“Radikal Kötülük” ve Ahlaki Dönüşüm: Reform mu, Devrim mi?
Kant, insan doğasını melekleştirmez. Tam tersine, “kökten” (radikal) bir eğilim kayması teşhis eder: kişi, maksiminin belirleniminde “ödevin” önceliğini “çıkar” lehine tersine çevirme temayülündedir. Bu, üç derecede görünür: (i) zayıflık (frailty), doğruyu bildiği halde eğilime yenilme; (ii) saflığın bozulması (impurity), ödeve eğilim karıştırma; (iii) kötülük (depravity), eğilimi ilke konumuna yükseltme. Kötülük “doğal” değildir; özgürlüğün kötü kullanımından doğar; bu nedenle ahlaki sorumluluk atfedilebilir.
Buradan iki önemli sonuç çıkar. Birincisi, ahlaki ilerleme “ahlaki devrim” değil “ahlaki reform” dilini zorunlu kılar: tek bir anda içinden dışına doğru “karakterin devrimi” (Revolution der Gesinnung) mümkündür ama sonuçları bir ömür boyu sürecek alıştırmaya (Übung) ihtiyaç duyar. İkincisi, kurumlar bu reformu teknik teşviklerle satın alamaz; çünkü sorun tercih mimarisinin dışında, maksimin mimarisindedir. Tasarım ve hukuk normları ancak şu koşulla yardımcı olur: öznenin otonomisini destekleyen “ikinci-düzey” koşullar üretirler (şeffaflık, hesap verebilirlik, kamusal akıl yürütmeye erişim). Böylece yasaya saygıyı “davranışsal itki”ye değil, “akli tanıma”ya dayanacak şekilde kolaylaştırırlar.
Kamusal Akıl ve Özel Konumlar: Özgürlüğün İki Yüzü
Kant’ın “kamusal/özel akıl kullanımı” ayrımı bir paradoksa işaret eder: “özel” kullanım, görevli olduğumuz rollerin içinde talimata bağlıdır (memur, yargıç, hekim); “kamusal” kullanım ise bilginin sahibi olarak yurttaşın, tüm okur-yazarlar topluluğuna hitaben eleştirel aklını işletmesidir. Modern kurumların içinde inovasyon ve itirazın etik zemini buradadır: bir hekimin protokole uyarak işini yapması (özel), aynı zamanda bilimsel topluluğa yeni kanıtlar sunmak üzere serbestçe eleştiri yayımlaması (kamusal) gerekir. Dijital platformlarda da benzer bir çift yüzlülük işler: topluluk kuralları (özel) ile algoritmik süreçlerin denetlenebilirliği ve araştırılabilirliği (kamusal).
Bu çifte rejim, “amaçlar krallığı” idealiyle birleştiğinde üç pratik ilke verir: (i) meşruiyet, sonuçların toplamına değil, karşılıklı tanıma ve rızaya dayanır; (ii) şeffaflık, yalnızca bilgi açıklığı değil, ilke açıklığıdır (maksimler görülebilir olmalı); (iii) itiraz, kurumun parçası olmakla bağdaşır; çünkü otonom yasa koyucuların ortak dünyasını iyileştirmenin yolu budur.
Kantçı Etik Neden Hâlâ Yol Gösteriyor?
Kant’ın sisteminin cazibesi, “iyi hayat”ın betimini dayatmamasında—yani ahlakı belirli bir mutluluk tasarımıyla özdeşleştirmemesindedir. Bu sayede, çoğul dünyalarda birlikte yaşama sanatı için üç üstünlük sunar:
Birincisi, özerklik odaklıdır. Kişilerin amaçlarını ellerinden almaz; aksine, o amaçlara ulaşırken başkalarının özerkliğine saygıyı kurucu kılar. Bu, rıza rejimlerinin sırf “kutucuk işaretleme” olmamasını, gerçekten bilgililik ve geri-alabilirlik içermesini gerektirir.
İkincisi, araçsallaştırma yasağını basit bir nezaket kuralına indirgemez. İnsanı yalnızca araç kılan her düzenek—propaganda, manipülatif tasarım, örtülü gözetim, “opt-out” labirentleri—evrenselleştirilebilirlik testinde batar. Kant, bu araçsallığı “başarı” ile maskelemeye izin vermez.
Üçüncüsü, kamusallığı prosedürel bir zorunluluk olarak görür. Bir ilke kamusal akla taşınabiliyor, eleştiriye açılabiliyor, gerekçeleriyle birlikte herkesin paylaşabileceği bir dilde savunulabiliyorsa, ahlaki meşruiyete yaklaşır; aksi halde iyi sonuçlar üretse bile “yasadışı kazanç” gibidir.
Sonuç: Yasanın Onuru, Özgürlüğün Ciddiyeti
Kant’ın pratik felsefesi, “iyi niyet”i iyi hissetmekle değil, iyi ilkeye bağlılıkla tanımlar. Özgürlüğü, sınırsız tercih hakkı olarak değil, kendine yasa koyan aklın ciddiyeti olarak anlar. Bu ciddiyet, çağdaş dünyada üç cephede hâlâ belirleyicidir: bireysel karakter (maksim düzeyi), kurumsal tasarım (rızayı saydam kılmak) ve kamusal akıl (eleştiriyi mümkün kılan uzam). Heteronomi eleştirisi, saygının özgül motivasyon statüsü ve radikal kötülük teşhisi birlikte düşünüldüğünde, Kantçı ahlak ne “katı kuralcılık” ne de “sonuç fetişizmi”dir; özgürlüğe uygun bir meşruiyet mimarisidir.
Bu mimarinin pratik dersleri yalındır ama zorlayıcıdır: tasarladığımız her süreçte “bu ilke herkesçe rasyonel olarak kabul edilebilir mi?” sorusunu öne almak; kişileri bilgiye erişemeyen, rızası şekillendirilen, hesap verilebilirlikten mahrum araçlar haline getiren düzenekleri reddetmek; ve en önemlisi, “iyi insan” resimleri yerine “iyi ilke”yi düşünmenin alışkanlığını kazanmak. Kant’ın önerdiği şey, ahlakın duygusuzlaşması değil, duygunun (saygının) aklileşmesidir: böylece özgürlüğümüz, başkalarının özgürlüğüyle çelişen bir arzu ekonomisi olmaktan çıkar; ortak dünyada birlikte yasa koymanın ağır ama onurlu işi haline gelir.
