Doğal Özneden Teorik Özneye Geçiş
İnsanlık tarihinin en temel sorularından biri, insanın ne olduğu sorusudur. Bu soru yalnızca biyolojik ya da antropolojik bir merak değil, aynı zamanda felsefi, metafizik ve siyasal bir sorudur. İnsan kendini nasıl görür? Kendisini nasıl kurar? Ve en önemlisi: Bu “kendilik” nasıl bir yapı tarafından belirlenir, şekillendirilir ya da bastırılır? Bu bağlamda “özne” kavramı, yalnızca bireysel bilinç ya da akıl yetisiyle tanımlanamaz; özne olmak, her şeyden önce belirli bir ontolojik ve toplumsal sistem içinde konumlanmaktır.
Doğal Özne: Varlığın İçkin Bir Biçimi
“Doğal özne” ifadesi, insanın doğayla, kozmolojiyle, canlılarla ve kutsallıkla bölünmemiş, içkin bir ilişki içinde var olduğu tarihsel-düşünsel yapıyı anlatır. Bu yapı, insanı doğanın parçası olarak kabul eder. İnsan, ne Tanrı’nın mutlak failidir ne de kozmik düzenin dışında, kendini onun üzerinde düşünen bir “merkez”dir. Bu bağlamda özne, doğanın içkin akışı içinde ortaya çıkan ve onunla birlikte dönüşen bir varlık formudur. Şamanik toplumlar, erken kabilevi dinler ve ilkel mitolojik yapılar bu tip öznelik anlayışını örnekler.
Bu evrelerde özne:
- Kendini doğayla süreklilik içinde görür.
- Bilgi, deneyim ve sezgi yoluyla edinilir; kutsal olanla doğrudan temas içinde bulunulur.
- Akıl ya da bilinç, göksel ya da aşkın bir ilkeye değil, doğrudan duyulara ve doğanın ritmine bağlanır.
Bu modelde özneleşme, bir “kendilik inşası” değil; varoluşsal bir bütünlük hâlidir. Özne, oluş içinde bir fark olarak değil; evrensel akışın içsel bir kipliği olarak düşünülür. İnsan, gökyüzüyle yeraltı arasında, “orta dünya”da yaşamaktadır; ne mutlak bir yukarıya sahiptir ne de mutlak bir aşağıya düşmüştür. Bu yapıda bilgi edinme süreci, dualist değil, daireseldir; yani sezgisel, dolaylı, devingen ve ilişkisel.
Temsil Edilmeyen Özne: İmaj, Sembol, Ritüel
Doğal özne yapısında “temsil” fikri, modern anlamda ortaya çıkmamıştır. İnsan, kendini doğadan ayırarak temsil etmek zorunda değildir; çünkü ayrım yoktur. Bu nedenle doğal öznede:
- Simgesel anlatımlar (mit, ritüel, masal), doğayla uyumun ifadesidir.
- Bilgi, mantıksal kavramlarla değil, sembolik imgelemle işler.
- Ahlaki düzen, tanrısal yasa değil, toplumsal ritmin yansımasıdır.
Burada insan, doğayı gözleyen değil, onunla birlikte yaşayan bir varlıktır. İnsan-doğa ilişkisi simetriktir; insan, ne doğanın efendisidir ne de kurbanı. Bu anlayış, “özne”yi yalnızca bir “fail” olarak değil, aynı zamanda kozmik işleyişin bir yansısı olarak düşünür. Bu özne, ne tümüyle bilinçlidir ne de tümüyle iradesizdir; varoluşu, dünyanın işleyişi içinde şekillenir.
Tarihsel Kopuş: Akıl, Teorileşme ve Merkezileşme
Zamanla bu doğal özne modeli dönüşmeye başlar. Tarım devrimi, yerleşik hayat, hiyerarşik toplum yapılarının ortaya çıkışı, insanın doğayla olan ilişkisinde merkezileştirici ve ayrıştırıcı bir eğilimi beslemiştir. İnsan artık yalnızca doğanın içinde yer alan bir varlık değil, onu düzenleyen, yöneten, hatta ona anlam veren bir varlık olarak görülmeye başlanır. Bu düşünsel kırılmanın felsefi sistemleştirilmesi, özellikle Antik Yunan’da — ve en belirgin biçimiyle Platon’da — gerçekleşir.
Bu geçiş, öznenin doğrudan ilişkisel varoluşundan, teorik olarak inşa edilmiş bir epistemolojik merkeze kaymasıdır. Artık özne doğayla bir bütün değildir; ona bakan, onu temsil eden, onu yeniden kuran bir varlıktır. Bu durumda:
- Bilgi, deneyimden değil, akıldan türetilir.
- Doğa, temsil edilecek bir dış dünya hâline gelir.
- İnsan, doğayı kavrayan ve düzenleyen bir özne olarak yüceltilir.
Bu geçiş, aynı zamanda özne-nesne ayrımının da başlangıcıdır. Doğa, özneye dışsallaşır; artık onun karşısındadır. Bu karşılaşma, özneye bir güç atfeder: düzenleme, temsil etme, kullanma, yönetme gücü.
Öznelliğin İlk Yitimi: Kendilikten Kuruma
Doğal özne modelinden teorik özne modeline geçiş, yalnızca felsefi bir kırılma değildir; aynı zamanda iktidar ilişkilerinin kurulabileceği bir zemin yaratır. Öznenin artık kendi varlığının değil, dışsal bir düzenin (idealar, tanrılar, kurumlar) tanımı üzerinden kurulması, onun bir öz-yasa koyucu olmaktan çıkıp yukarıdan belirlenen bir fail hâline gelmesi anlamına gelir.
Bu bağlamda özneleşmek, artık içsel bir oluş değil; dışsal bir yapıya bağlanmakla mümkün hale gelir. Doğal öznede olmayan şey, burada belirleyicidir: hiyerarşi, temsil, tanınma arzusu, bilgi üzerinde kurulan tahakküm.
Platonik Devrim: Logos’un Gök Katına Taşınması
Platon’un Kopuş Noktası: Ontolojik Değil, Epistemolojik Bir Darbe
Platon’un felsefesi, özne tarihindeki en belirleyici kırılma anlarından birini temsil eder. Bu kırılma, görünüşte yalnızca bilgi felsefesine (epistemolojiye) dairmiş gibi görünse de, gerçekte ontolojiyi, etiği, kozmolojiyi ve siyasal yapıyı doğrudan etkileyen kapsayıcı bir devrimdir. Platon, insana düşünme yetisini sağlayan “logos”u, artık doğanın içkin hareketinden değil, göksel ve aşkın bir kaynak olan Apollon’un alanından türetir.
Bu yer değiştirme basit bir metafor değildir; insanın varlıkla olan ilişkisinin tüm koordinatlarını dönüştürür:
- Doğal özne, yerini teorik ve aşkın özneye bırakır.
- Bilgi, deneyimsel olanın değil, hatırlanan ideaların alanına taşınır.
- Gerçeklik, görünen dünyada değil, görünmeyen ama değişmeyen “idea”larda aranır.
Böylece insan, artık kendi içinden türeyen bir bilgiyle değil, hatırlama (anamnesis) yoluyla dış bir hakikate bağlanarak özne olur. Bu bağ, doğrudan değil; ontolojik olarak yukarıdan kurulur. Logos, artık insanın değil, tanrısal düzenin bir armağanıdır.
Apollon Modeli: Logos’un El Değiştirmesi
Platon’un düşüncesi, Antik Yunan’ın çoktanrılı yapısında bir tür tektanrılı yapı kurar. Güneş Tanrısı Apollon’un temsil ettiği “aydınlık, oran, simetri, düzen, rasyonalite” ilkeleri, özne olmanın koşulları hâline gelir. Bu yapı şunları varsayar:
- İnsan kendi başına akıllı değildir; akıl ancak Apollon’dan pay alındığında işler.
- İnsan özneleşmez; özneleştirilir.
- Kendilik, içeriden değil; göksel düzenin ışığına katılarak kurulur.
Buradaki kopuş, yalnızca bilgiyle değil, varlığın özüyle ilgilidir. İnsan artık doğanın sürekliliğine değil, ideaların değişmezliğine bağlanır. Bilmek, görerek değil; hatırlayarak mümkündür. Platon’un ünlü “biz aslında bilmiyor değiliz, hatırlamıyoruz” önermesi, bilginin dış dünyadan değil, göksel aklın içimizde bıraktığı izlerden kaynaklandığını savunur.
Bu bağlamda, özne olmak, sadece hatırlamakla değil; doğru bir şekilde hatırlamayı mümkün kılacak bir metafizik düzenin parçası olma kapasitesiyle ilgilidir. Bu ise özneyi kendi başına yeterli bir fail olmaktan çıkarır; onu, dışsal bir sistemin yansıtıcısı ve taşıyıcısı haline getirir.
Diyalektiğin Yön Değiştirmesi: Aşağıdan Yukarıya
Doğal şamanist düşüncede, akıl yürütme gök ile yer altı arasında bir dairesellik içinde işler: doğa, simgeler, sezgiler, ritüeller ve yaşantılar iç içedir. Ancak Platon bu daireselliği kırarak, düşüncenin hareketini aşağıdan yukarıya çeker. Artık:
- Bilgi, deneyimden değil; yukarıdaki değişmeyen hakikatten türetilir.
- Aşağı dünya, yalnızca yansıma alanıdır.
- İnsan, yalnızca göksel düzene bağlandığı ölçüde akıl sahibi olur.
Bu modelde, sezgi ve imgelem yerini mantıksal yapı ve geometrik akla bırakır. Sanat, doğanın taklidi olmaktan çıkar, ideaların yeniden üretimi hâline gelir. Ahlak, doğal bir eğilim değil, ruhun rasyonel düzenlenişi olur. Siyaset, bireyler arası anlaşma değil, ideaların devlet düzeyinde yansıtılması olarak tasarlanır.
Dolayısıyla bu epistemolojik yön değişimi, sadece bireysel özne değil, toplumsal düzenin bütün biçimlerini yeniden şekillendirir.
İdealar Öğretisi: Çokluktan Birliğe Kaçış
Platon’un idealar öğretisi, Antik Yunan’ın çok tanrılı, değişken, devingen doğasını tekil ve değişmeyen “formlar”la açıklama çabasıdır. Bu öğretide:
– Duyusal dünya yanıltıcıdır.
– Hakikat, yalnızca idealar düzeyinde kavranabilir.
– Bilgi, ancak ruhun ideaları hatırlamasıyla mümkündür
Bu yapı, özneyi kendi algı yetilerinden uzaklaştırır. Algı, hakikate ulaşmanın değil, ondan sapmanın nedeni olarak görülür. Bu nedenle özne:
– Bilmek için doğaya değil, üst dünyaya yönelmelidir.
– Kendilik, deneyimle değil, ideaya erişimle kurulmalıdır.
İdealar öğretisi böylece çokluğu, çeşitliliği, farkı ve deneyimi bastırarak; onların yerine birlik, simetri ve düzeni koyar. Bu birlik arzusu, öznenin kendi içindeki çoğulluğu da bastırır ve onu bütünlüğe zorlayan bir yapı üretir.
Platon’un “En Büyük Günahı”: Logos’un Elinden Alınışı
Tüm bu sistemin sonucunda, insan düşünme yetisini dışsal bir güce borçlu hâle gelir. Bu durum, bazı düşünürlerce “Platon’un en büyük günahı” olarak tanımlanmıştır: Çünkü logos artık insana ait değildir. Aklımızı kendimizden değil, göksel bir merkezden devralırız.
Bu düşünce hattı, yalnızca Antik felsefeyi değil, Orta Çağ ilahiyatını, dinler tarihini, otoriter siyasal sistemleri ve epistemik hiyerarşileri de temellendiren bir yapıya dönüşür. Bu yapı sayesinde:
- Akıl dağıtılır.
- Bilgi kutsallaştırılır.
- Öznellik, hiyerarşik bir mertebeye indirgenir.
Eros Teoremi ve Hiyerarşik Özne-Nesne Modeli
Eros Kavramının Felsefi Derinliği
Platon’un felsefesi içinde Eros kavramı, yalnızca duygusal ya da cinsel bir çekim değil; aynı zamanda bilgiye, güzelliğe, varlığa ve hakikate yönelen ontolojik bir arzu biçimi olarak işlev görür. Platon’un özellikle Symposium (Şölen) ve Phaedrus (Fedros) diyaloglarında işlediği bu kavram, özne ile nesne arasındaki ilişkinin doğasını kuran yapısal bir ilkedir. Eros, eksiklikten doğan ve bu eksikliği gidermek için varlık dışı bir düzene yönelen bir hareket olarak tanımlanır. Özne, Eros aracılığıyla varlıkla ilişkilenir; ancak bu ilişki karşılıklı değildir — yönü, yapısı ve işlevi açısından hiyerarşik, tek yönlü ve dönüştürücü niteliktedir.
Platon’a göre Eros, insanın duyusal düzeyde gördüğü güzellikten yola çıkarak, onu aşan bir formel güzelliğe, oradan da mutlak varlık bilgisine yönelmesini sağlayan bir harekettir. Bu yönelme, epistemik olduğu kadar ontolojik bir harekettir: yalnızca bilgiye ulaşmayı değil, aynı zamanda varlık düzeninde bir yer edinmeyi de ifade eder. İnsan, bu yönelim aracılığıyla kendi eksikliğini aşar, varoluşunu yükseltir ve kendini “daha yüksek” bir düzene bağlar.
Ancak bu arzu, hiçbir zaman eşitlikçi bir ilişki üretmez. Eros’un özneyle nesne arasındaki ilişkisi, temelden asimetriktir: Öznenin etkinliği, nesnenin edilgenliğine dayanır. Bu yapı, yalnızca Platon’un bilgi felsefesini değil, aynı zamanda özne-nesne ilişkisine dair sonraki tüm Batı düşüncesini etkileyecek bir model üretir.
Eros’un Hareketi: Yükseliş ve Aşma
Platon’un Eros anlayışının merkezinde, güzelliğin hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu düşüncesi yer alır. Symposium’da Diotima aracılığıyla anlatılan “Eros merdiveni” metaforu bu yapıyı özetler. Birey önce bir bedenin güzelliğine yönelir, sonra bu güzelliği başka bedenlerde de tanır, ardından ruhun, kurumların, yasaların ve düşüncelerin güzelliğine ulaşır. Son aşamada ise birey, tüm bu görünür formlardan sıyrılarak, “güzelliğin kendisi”, yani idea olarak güzellik ile karşılaşır. Bu süreç, ruhun bir bedenden çok daha fazlasına yöneldiği, bireysel olanı aşıp evrensel olana ulaştığı bir yolculuktur.
Ancak bu yükseliş, her basamağın bir öncekini araçsallaştırması yoluyla işler. Bedensel güzellik yalnızca başlangıçtır ve nihai hedef değildir; onun değerinin varlığı, bir üst düzeye geçişteki işleviyle sınırlıdır. Dolayısıyla her nesne, öznenin yükselme hareketi içinde harcanabilir bir basamak hâline gelir. Nesneye yönelmek, onu tanımak ya da onunla eşit düzeyde ilişki kurmak anlamına gelmez. Aksine, özne için nesne, aşılması gereken bir eşik, kendisini gerçekleştirmek için kullanabileceği bir araçtır.
Bu modelde özne sürekli yukarıya doğru yönelirken, nesne hep geride bırakılan, yerinde kalan, sabit ve sessiz olan düzeyde kalır. Bu yapı, öznenin varoluşunu gerçekleştirmesi için nesnenin dışsallaştırılmasına, indirgenmesine ve sessizleştirilmesine dayanır. Platon’un Eros teoremi, bu yönüyle özne-nesne ilişkisini etik ya da karşılıklı bir düzlemde değil, ontolojik bir tek-yönlülük içinde temellendirir.
Agape ile Eros Arasındaki Ontolojik Ayrım
Platonik Eros modelinin karşısına, Hristiyanlık düşüncesinde öne çıkan Agape kavramı yerleştirilebilir. Agape, özne ile öteki arasında kurulan karşılıklı ve eşitlikçi bir ilişki biçimi olarak tanımlanır. Eros’un aksine, Agape’de yönelme yalnızca eksikliğe dayanan bir sahiplenme arzusu değildir; ötekiyle birlikte var olma, onunla karşılaşma ve birlikte dönüşme sürecidir.
Agape, özne ile nesne arasındaki ayrımı kaldırmaya çalışır; onları aynı düzlemde tanımlar ve özneleşmeyi yalnızca kendi başına değil, ilişki içinde oluşan bir süreç olarak kavrar. Buna karşın Eros’ta ilişki, özneyi tanımlarken nesneyi nesneleştirerek kurar. Eros, öznenin etkinliğine karşılık nesnenin edilgenliğini zorunlu kılar. Bu yapı, yalnızca bireysel düzeyde değil, teolojik, siyasal ve ontolojik sistemlerin kuruluşunda da belirleyici olur.
Eros Modelinin Teolojik Kodları
Platon’un Eros modeli, sonraki yüzyıllarda tek tanrılı dinlerin Tanrı-insan ilişkisini yapılandıran metafiziksel zeminlerden birine dönüşür. Eros’un yukarıdan aşağıya doğru işleyen hareketi, Tanrı’nın yukarıdan söz gönderdiği, peygamberlerin bu sözü aracılık ederek taşıdığı ve insanların bu sözle özneleştiği bir ilahi iletişim modeli ile örtüşür.
Bu yapıda:
- Tanrı, düşünmenin ve yargılamanın tek merkezidir.
- Peygamberler, bu merkezin temsilcisidir.
- İnsan, ancak bu yapıya bağlandığı ölçüde anlam kazanır.
Tanrısal akıldan pay almayan kişi, özneleşemez. Aksine, sessiz, edilgen, ikincil bir konumda kalır. Bu sistem, Eros teoreminin hiyerarşik, yönlü, nesneleştirici yapısının doğrudan bir türevidir. Arzunun yukarıdan aşağıya akışı, ilahi iradenin de aynı yönde akmasını meşrulaştırır. İnsan, tıpkı Platon’un bedeni gibi, ancak bir “geçit”, bir “kapı”, bir “araç” işlevi görür.
Siyasal ve Kurumsal Alanlarda Eros’un Yapısal Devamlılığı
Eros teoremi yalnızca felsefi ya da teolojik düzeyde değil, siyasal ve kurumsal yapılarda da işler. Modern devlette iktidarın söylem üretimi, vatandaşın bu söyleme ne kadar yakınsa o kadar “özne” kabul edilmesi, Platonik Eros modelinin seküler bir uyarlamasıdır. Vatandaş, ancak devletin yasasına bağlandığı, ona sadakat gösterdiği, onun aklından “pay aldığı” ölçüde yurttaş olarak tanınır.
Aynı şekilde:
- Kilise ya da cami gibi kurumlar, özneyi dağıtma yetkisine sahip aracılardır.
- Bu kurumlara ne kadar yakınsan, öznelliğin o kadar onaylanır.
- Kurumun aklına katılmayan birey, özne olmaktan çıkar; dışlanır, aşağılanır, nesneleştirilir.
Bu sistemde özneleşmek, özün içinden değil, kurumun ontolojik merkezine yönelmekten geçer. Böylece Eros modeli, kurum-birey ilişkisinin de temel yapısını oluşturur: Kurum etkin, birey edilgendir; kurum düşünür, birey dinler; kurum verir, birey alır.
Tek Tanrılı Dinlerde Kurumsal Öznelliğin İnşası
Platonik Modelin Teolojik Aktarımı
Platon’un Eros teoremiyle biçimlenen özne-nesne ilişkisi, yalnızca bir bilgi kuramı değil; aynı zamanda bir ontolojik hiyerarşidir. Bu hiyerarşik yapı, özneyi aktif ve yukarıda; nesneyi edilgen ve aşağıda konumlandırır. Tek tanrılı dinler, bu modeli yalnızca miras almakla kalmaz, aynı zamanda onu kurumsallaştırır, ilahi yetkiyle tahkim eder ve siyasal-dini yapılar içinde işler hâle getirir.
İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi tektanrılı sistemlerde, Tanrı düşünme, yargılama ve yasa koyma kapasitesinin mutlak taşıyıcısıdır. Bu sistemde, Tanrı:
- Tözseldir (substantia): Kendi kendine var olandır.
- Söylemsel merkezdir: Konuşur.
- Epistemik otoritedir: Hakikati yalnızca O bilir.
- Ontolojik faildir: Varlığı yaratır, yönlendirir, biçimlendirir.
Bu yapı, Platon’un Apollon modelinden evrilmiş gibidir. Apollon, logosun taşıyıcısıydı; tanrısal aklı insana paylaştıran bir metafor olarak işlev görüyordu. Tek tanrılı sistemlerde ise logos doğrudan Tanrı’nın kendisidir. Logos artık yalnızca bilgi değil, eylem, yasa ve irade hâline gelir. Tanrı konuşur, yasa koyar ve yargılar. Bu durumda insanın özneleşmesi, bu mutlak özneyle ilişkiye girme biçimine indirgenir.
Peygamberlik Kurumu ve Öznelliğin Hiyerarşik Dağılımı
Platon’un modelinde, yukarıdan aşağıya akan bir ilişki vardı: idealar dünyasından fenomenler dünyasına yansıyan bir yapı. Tek tanrılı dinler bu yapıyı muhafaza eder, ancak onu peygamberlik kurumu aracılığıyla daha sistematik hâle getirir. Artık Tanrı’nın sözleri doğrudan insana değil, seçilmiş temsilciler aracılığıyla iletilir. Peygamber, bu sistemde:
- Tanrı’nın dilini konuşan kişi değil,
- Tanrı’nın diliyle konuşan aracı figürdür.
Bu durumda özne-nesne ilişkisi üç katmanlı hâle gelir:
- Tanrı (mutlak özne)
- Peygamber (ikincil özne / temsilci)
- İnsan (potansiyel özne / edilgen nesne)
Bu sistemde insan, ancak bu zincir içinden geçtiği ölçüde özneleşebilir. Tanrısal sözle doğrudan değil; peygamber aracılığıyla karşılaşır. Söz ona ait değildir, onun içinden çıkmaz; dışarıdan verilmiştir. Özneleşmek için bu dışsal yapıya itaat gerekir.
Dinî Kurumlar ve Ruhbanlık: Öznelliğin Taşeronları
Bu yapının yalnızca teolojik değil, kurumsal olarak da işlenmesi gerekir. Çünkü dini söylemin sürdürülebilirliği, yalnızca metinlere değil, kurumsallaşmaya bağlıdır. Kilise, cami, havra gibi yapılar, Tanrı ile insan arasında sabit ve denetlenebilir bir ilişki inşa eder.
Bu kurumsal yapılarda:
Ruhban sınıfı, Tanrı’nın temsilcisi değildir, onun “sözcüsüdür”.
Öznellik, bu yapılar aracılığıyla dağıtılır: yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça azalır.
Kurum, özneleşmenin mekânıdır; dışında kalan, özne olamaz.
Tarih boyunca “insan” kavramının bile yalnızca belli gruplar için kullanılması — örneğin kiliseye vergi veren Hristiyan erkekleri “human” olarak adlandırılırken, kadınların, gayrimüslimlerin, kölelerin ve hayvanların bu kapsama girmemesi — özneleşmenin ne denli sınırlı, seçmeci ve hiyerarşik olarak dağıtıldığını gösterir.
Bu yapı, yalnızca inanca dayalı değildir; siyasal bir ekonomiye sahiptir. Kim özne olursa, o konuşabilir, karar verebilir, yasa koyabilir. Kim özne değilse, onun dili de, düşüncesi de temsile değer değildir.
Kulluk Kavramı: Özneleşmenin Askıya Alınması
Teokratik yapılar içinde “kulluk” kavramı, özneleşmenin değil, özneleşememenin göstergesidir. Kul:
- Emir alır.
- Karar vermez.
- Söz söylemez.
Kulluk, itaatin idealleştirildiği bir konumdur. Ama bu itaat, özneyi var eden bir tercih değil, özneyi askıya alan bir pozisyondur. Kurumların bu kulluk anlayışını ahlakî ve dini bir üstünlük olarak yüceltmesi, özneleşmeyi bireyin özgür kararına değil, itaat kapasitesine bağlar.
Burada özgürlük ile inanç arasında paradoksal bir ilişki kurulur:
– Gerçek inanç, özgür bir kararla değil, teslimiyetle ölçülür.
– Bu teslimiyet, özneyi özgürleştirmez; onu kurumun hükmü altına alır.
Bu nedenle kurumsallaşmış din, yalnızca bireyin ruhsal gelişimiyle değil, onun toplumsal ve siyasal işleviyle ilgilenir. İyi kul, iyi vatandaş demektir; ama bu “iyi”, ahlaki özgürlükten çok, disiplinli sadakat anlamına gelir.
Kurumun Aklı: Tanrısal Olanın İkamesi
Tanrı adına konuşma hakkı, ruhban sınıfı ve kurumlar aracılığıyla insan aklını belirli bir düzeye indirger. Bireyin kendi aklıyla doğruya ulaşamayacağına dair inanç, kurumun kendi varlık gerekçesini meşrulaştırır. Bu durumda:
- Kurumlar, Tanrısal aklın yeryüzündeki temsilcisidir.
- Birey, bu akla yaklaştığı ölçüde anlamlıdır.
- Bu yaklaşım da fiziksel değil; biçimsel sadakatle, yani ibadet, vergi, ahlak ve gelenekle ölçülür.
Bu sistemde kurumsal akıl, Tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir. Vicdan, içten gelen bir ses değil; kurumun dışarıdan öğrettiği ve denetlediği bir disiplin aracıdır. Böylece kurumsal yapı hem düşünceyi hem ahlakı hem de hakikati tek elde toplar.
İktidar ve Kurumlar: Ruhbanlığın Özne Dağıtımı
Giriş: Özne Dağıtan Yapı Olarak Kurum
Özne olmak, yalnızca bilinçli bir varlık olmak ya da karar verebilme yetisi taşımakla sınırlı değildir. Tarihsel olarak özne, belirli bir bilgi rejiminin, siyasal düzenin ve sembolik yapının içinde tanınan, yetkilendirilen, konuşmasına izin verilen bir varlıktır. Bu tanınma süreci, öznenin kendiliğinden ortaya çıkışıyla değil, onu tanıyan yapının işleyiş biçimiyle ilgilidir. Foucault’nun ifadesiyle “özne olmak, bir iktidar ilişkisine girmektir.” Bu bağlamda özne, sadece var olmakla değil, tanınmakla ve tanımlanmakla kurulur.
İşte bu kurulumun en etkili araçlarından biri, kurumdur. Kurum, özneyi tanıyan, sınırlarını çizen, haklarını belirleyen ve ona konum kazandıran yapıdır. Antikçağ’daki şehir-devletlerinden Orta Çağ’daki kiliselere, modern devlet aygıtından akademilere kadar tüm kurumlar, özneleşme biçimlerini düzenleyen birer “dağıtım merkezi” gibi işler. Bu bölümde özellikle ruhban sınıfı ve dini kurumlar bağlamında bu dağıtım mekanizmasını, tarihsel ve kavramsal olarak inceleyeceğiz.
Ruhban Sınıfı: Temsiliyetin Tekeli
Tek tanrılı dinlerin gelişimiyle birlikte “hakikatle doğrudan temas” yalnızca seçilmiş kişilere özgü kılınmış, böylece Tanrı ile insan arasına bir temsil zinciri yerleştirilmiştir. Bu zincirin kilit halkası, ruhban sınıfıdır. Ruhban sınıfı, tanrısal iradenin yeryüzündeki yorumlayıcısı, hakikatin dağıtıcısı ve sözün yöneticisidir. Bu yapı, sadece dinsel bir temsil düzeni değil; aynı zamanda ontolojik bir ayrıcalık sistemi yaratır.
Ruhbanın özne olarak konumlandırıldığı bu sistemde, sıradan birey:
- Tanrıyla doğrudan konuşamaz,
- Kendi hakikatini dile getiremez,
- Sadece öğretileni içselleştirebilir.
Bu yapıda özneleşmek için temsilci figürlere ve onların yönettiği kurumsal alana ihtiyaç vardır. İktidar, bu temsiliyeti ilahi referanslarla sabitler ve sorgulanamaz hâle getirir. Böylece ruhban sınıfı, yalnızca bir inanç aracı değil, epistemik ve siyasal bir mekanizma hâline gelir.
Özneye Erişim Hiyerarşisi
Özne olma hakkı, bu yapıda doğrudan verilmez; hiyerarşik bir biçimde dağıtılır. Bu dağılım, yalnızca teolojik değil; toplumsal ve ekonomik bir düzene de dayanır. Örneğin, Orta Çağ Avrupa’sında “human” terimi, kiliseye vergi veren, belirli haklara sahip olan erkek bireyleri tanımlarken, kadınlar, köleler, Yahudiler ve diğer etnik ya da dinsel gruplar bu tanımın dışında bırakılmıştır.
Bu dışlama pratiği, öznenin siyasal bir kategori olduğunu gösterir. Bir varlık olarak insanın ontolojik statüsü değil; kuruma olan yakınlığı, onu konuşan, karar veren, mülkiyet sahibi olabilen bir özneye dönüştürür. Bu noktada kurumsal düzen:
- Bireyi özne ilan etme hakkını elinde tutar,
- Bu hakkı sadakat, inanç, hizmet ya da aidiyet karşılığında verir,
- Uygun görmediği varlıkları nesneleştirir, sessizleştirir, temsilsiz kılar.
Bu dağıtım sistemi, iktidarın sadece yasa koyma ya da hükmetme biçimi değil; aynı zamanda anlam üretme ve kişilik kurma biçimidir. İnsan, ancak tanınarak insan olur; tanınma ise kurumun onayıyla gerçekleşir.
Disiplinin Ontolojisi: Sessizliği Üreten Mekanizma
Kurumlar yalnızca tanınmayı değil, sessizliği de organize eder. İktidar, her zaman bireyleri bastırarak işlemez; bazen onları konuşturmaz. Konuşma hakkı, temsil etme yetkisi ve dile getirme meşruiyeti, yalnızca belli figürlere tanınır. Bu noktada kurumsal iktidar, bireyi özneleştirmek kadar nesneleştirme kapasitesine de sahiptir.
Sessizlik burada bir yokluk değil, üretilmiş bir eksikliktir. Kadınların, kölelerin, “öteki”lerin, felsefi tartışmalardan dışlanması, kutsal metinlerin yorumunda yer alamaması ya da siyasi meclislerde temsil edilememesi; kurumsal iktidarın ontolojik etkisinin göstergesidir. Bedenler konuşamaz, çünkü dil onlara ait değildir; temsil edilemezler, çünkü temsil hakları kurum tarafından gasp edilmiştir.
Ruhbanlığın Tanrı Adına Konuşması: Egemenliğin Ontolojik Temsili
Tanrı adına konuşan kişi, yalnızca bir sözcü değil; Tanrı’yı yeryüzüne indiren faildir. Bu failin söyledikleri, artık yalnızca fikir ya da yorum değil, yasa hâline gelir. Tanrı konuşmaz; ruhban konuşur. Ancak bu konuşma “Tanrı adına” yapıldığında, bireyin kendi vicdanı, kendi deneyimi ve kendi hakikati önemsizleşir. Böylece bireyin aklı küçültülür, duygusu itibarsızlaştırılır, varlığı tali kılınır.
Bu noktada, özne artık yalnızca “var olan” değil; kurumla ilişki içinde varlığı onaylanan bir varlıktır. Kurumun dışına çıkan ise düşer, sapar, uzaklaşır, anlamını yitirir. İktidarın bu yapısı, özne-nesne ilişkisini yalnızca bilgiye değil; itaate, aidiyete ve mesafeye göre düzenler. Özne olmak, bilgiye sahip olmak değil; otoriteye bağlanmak anlamına gelir.
Özne Olmak mı, Özneye Yaklaşmak mı?
Bu sistemde birey hiçbir zaman doğrudan özne değildir. O, ancak özneye yakınlığı ölçüsünde — kurumun yapısıyla ne kadar örtüşüyorsa — özneye yaklaşır. Bu yaklaşma, yatay bir ilişkiyle değil, dikey bir aidiyet yapısıyla işler. Kurumun aklından pay aldıkça konuşabilir; dışındaysa susar. İktidar, “özneleşmeyi” yöneterek, onu bir hakka değil, bir ayrıcalığa dönüştürür.
Bu model, özneyi özgür bir fail değil, bir sistem içi pozisyon olarak tanımlar. Konuşmak, var olmak, yazmak, yönetmek gibi tüm etkinlikler, özne olmanın belirtileri değil; kurumsal pozisyonlara bağlanmış işlevler hâline gelir.
Modernizmle Kopuş: Descartes ve Kant’ın Yeni Özne Tasarımı
Kurumsal Aklın Krizi: Modernizmin Başlangıcı
Orta Çağ boyunca süren kurumsal-dinsel özne inşası, bireyin düşünce, ahlak ve hakikat üzerindeki yetkisini ruhban sınıfına ve kutsal metin yorumlarına devretmişti. Bu düzen, bireyi bağımsız bir fail değil, tanrısal merkeze bağlı bir “pasif alıcı” olarak konumlandırıyordu. Ancak 17. yüzyıldan itibaren, Avrupa’da hem bilimsel devrimlerin hem de siyasal-hukuksal dönüşümlerin etkisiyle bu yapı çözülmeye başladı. Tanrı merkezli açıklamalar yerine doğa yasaları, vahiy yerine gözlem, kurumsal dogma yerine bireysel akıl ön plana çıktı.
Bu kopuşun felsefi düzlemdeki en belirgin temsili, Descartes’ın meşhur “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım) formülasyonuyla başlar. Bu cümleyle birlikte özne, artık dışsal bir kaynağa — Tanrı’ya, kuruma ya da ruhbana — değil, kendi düşünme edimine dayanarak inşa edilir. Bu, yalnızca bir epistemolojik kırılma değil; aynı zamanda ontolojik ve siyasal bir devrimdir. Artık özne, “verilen” değil, “kurulan” değil, kendi içinden türeyen bir yapı olarak kavranacaktır.
Descartes: Aşkın Olanın Yerine İçkin Bilinç
René Descartes’ın Meditasyonlar (1641) adlı eserinde geliştirdiği özne modeli, modern bireyin düşünsel otonomisini felsefi olarak temellendirir. Descartes’a göre şüphe edebileceğimiz her şeyi bir kenara bırakmalı, yalnızca şüphe edilemeyen bir temele dayanmalıyız. Ve şüphe edilemeyen tek şey, şüphe ettiğimiz gerçeğidir. Buradan hareketle, düşünen bir şey olduğumuzu inkâr edemeyiz.
“Düşünüyorum, öyleyse varım.”
(Cogito, ergo sum)
Bu formülasyonun en radikal yanı, insanın varlığını artık kendi düşüncesine dayanarak kurmasıdır. Descartes, özneyi artık Tanrı’dan, doğadan, ruhtan ya da kurumdan türetmez. Özne, düşünceye sahip olduğu sürece vardır. Ve bu düşünce, içkin, bireysel, denetlenemez ve doğrudan bir faaliyettir.
Descartes’ın öznesi:
- Kendi varlığını kendinde temellendirir.
- Dışsal otoriteye başvurmadan bilme sürecine girişir.
- Hakikate ancak kendi aklıyla ulaşır.
Bu özne modeli, önceki yüzyıllarda ruhban sınıfı aracılığıyla dağıtılan ve yukarıdan aşağıya inen öznellik anlayışına doğrudan bir darbedir. Artık özneleşmek için kurumlara, metafizik modellere ya da kutsal sözlere ihtiyaç yoktur. Özne, kendi kendisinin ilk ilkesidir.
Kant: Ahlaki Yasayı Kendi İçinden Türeten Özne
Immanuel Kant, Descartes’ın açtığı bu yolu ahlaki ve metafizik boyutta derinleştirmiştir. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi (1781) ve Pratik Aklın Eleştirisi (1788) adlı eserlerinde geliştirdiği özne anlayışı, yalnızca bilmenin değil, davranmanın ve karar vermenin de öznesi üzerine kuruludur.
Kant’a göre özne, yalnızca bilgi üretmez; aynı zamanda ahlaki yasa koyar. Bu yasa, dışsal bir otoriteden alınmaz. Tanrı’dan, kiliseden ya da gelenekten türetilmez. Ahlaki yasa, bireyin kendi içinden gelir. Kant bunu “özerklik” (Autonomie) kavramıyla tanımlar.
Özerk özne:
Kendi iradesiyle evrensel bir yasa üretir.
Korkudan, ödülden, dışsal beklentiden değil, vicdanından dolayı doğruyu yapar.
Başkasının aklına değil, kendi evrensel aklına tabidir.
Bu anlayış, özneyi hem etik hem politik bir fail hâline getirir. Artık ahlak, sadakat ya da gelenek değil; kendi içinde kurulan bir zorunluluk ile tanımlanır. Kant’ın kategorik imperatifi, bireyin bu iç yasaya sadık kalmasını buyurur:
“Yalnızca, evrensel bir yasa olarak isteyebileceğin maksime göre eyle.”
Bu yaklaşım, kurumlara dayalı öznellik sisteminin tersidir. Artık kişi, özne olmak için yakınlık değil, ilkeli eylem göstermek zorundadır. Özne, yalnızca bilgi değil, aynı zamanda özgürlük taşıyan bir varlıktır. Bu, modernitenin özne anlayışının temelidir: içkinlik, özerklik ve etik sorumluluk.
Aydınlanmacı Özne: Akılcı, Özgür ve Evrensel
Descartes ve Kant’ın inşa ettiği bu yeni özne modeli, Aydınlanma düşüncesinin omurgasını oluşturur. Artık özne:
– Akla sahiptir ve bu akıl evrenseldir.
– Kendi başına karar verebilir.
– Dışsal otoritelerden bağımsızdır.
Bu dönüşüm, yalnızca felsefi değil; aynı zamanda siyasi ve toplumsal bir mücadeledir. Kilise otoritesine, krallık tahakkümüne ve ruhban sınıfının “hakikat tekeline” karşı geliştirilen bu özne modeli, modern hukukun, laikliğin, evrensel insan haklarının ve demokrasinin temelini oluşturur.
Ancak bu modelin idealleştirici yönü de eleştiriye açıktır. Çünkü bu özne her zaman “evrensel insan” kisvesinde sunulsa da, tarih boyunca beyaz, Batılı, erkek bireyin temsilini merkez almıştır. Kant’ın özgürlükçü öznesi, pratikte çoğu zaman Avrupa merkezli bir soyutlamaya dönüşmüştür. Yine de bu model, özneleşmenin artık dışsal değil; içsel, bireysel, özerk ve etik bir zeminle tanımlanabileceğini göstermesi bakımından tarihsel bir kırılma noktasıdır.
Kurumsal Akıl mı, Vicdani Özgürlük mü? Özneleşmenin Ahlaki Eşiği
Özneleşme Sürecinde Son Kavşak
Özne tarihini bir çizgi olarak düşündüğümüzde, bu çizgi başlangıçta doğayla iç içe, diyalektik ve içkin bir özne anlayışıyla başlar; Platon’la birlikte aşkın ve hiyerarşik bir modele geçer; tek tanrılı dinlerle kurumsallaşır; modern felsefeyle bireyin düşünme kapasitesi merkeze alınarak özgürleşme yönünde yeniden şekillenir. Ancak tüm bu evrelerde asıl belirleyici olan, özneleşmenin nereden ve nasıl mümkün kılındığı sorusudur: Özne dışsal bir kaynakla mı tanımlanır, yoksa kendi iç yasasını koyarak mı özne olur?
Bu bölümde tam da bu sorunun sınırında duruyoruz. Kurumsal akıl ile vicdani özgürlük arasındaki bu tarihsel çatışma, yalnızca bir iktidar meselesi değil; aynı zamanda bir ahlak, sorumluluk ve anlam üretimi meselesidir. Kurumlar özneyi dağıtabilir, tanımlayabilir, sınırlayabilir; ama öznenin etik varoluşu, yalnızca bu tanınma sürecinden ibaret değildir. Özne, gerçekten özgürleşmek istiyorsa, bu dağıtıma değil, kendi iç yasasına dayanmak zorundadır.
Kurumsal Aklın Ontolojik Tuzağı
Kurumsal öznellik, bireyin kimliğini, hakikatle ilişkisini ve ahlaki tutumunu dışsal bir yapıya bağlar. Kilise, devlet, mezhep, parti ya da herhangi bir ideolojik yapı, bireye şunu söyler:
“Sen kendi başına bilemezsin; sana hakikati biz öğretiriz.
Sen kendi başına iyi olamazsın; sana ahlakı biz tarif ederiz.
Sen kendi başına karar veremezsin; senin adına biz hüküm veririz.”
Bu sistemde birey:
- Sadece kuruma bağlı kaldığı sürece özne sayılır,
- Kendi kararlarını askıya alır,
- İyiliği bir seçim değil, bir itaat biçimi olarak yaşar.
Ancak bu yapı, özne-nesne modelinin kökten çarpıtılmasıdır. Burada özneleşmek, içsel bir eylem değil; dışsal bir bağlılık anlaşması hâline gelir. Özne, ancak itaatkâr olduğu sürece “konuşabilir”, “görünebilir” ve “meşru” olabilir. Bu, özgürlük değil; tasarlanmış bir konumlandırmadır. Kendi içinde yasa koyamayan özne, sadece yönetilir.
Kant’ın Ahlaki Özne Anlayışı: Korkudan Değil, İlkeden
Kant, bu sistemle doğrudan hesaplaşır. Ona göre ahlaki eylem, dışsal bir otoritenin korkusuyla değil, içsel bir zorunlulukla gerçekleşir. Yani biri cehennem korkusuyla iyi oluyorsa, bu ahlak değildir; menfaate bağlı bir davranış modelidir. Gerçek etik, ancak birey kendi özgür iradesiyle, başkalarının ahlaki onayına ihtiyaç duymadan evrensel bir yasa ürettiğinde mümkündür.
Kant için ahlak, iki temel koşula dayanır:
- Özerklik (Autonomie): Özne kendi kuralını kendi koyar.
- Evrensellik (Universalität): Bu kural yalnız birey için değil, herkes için geçerli olabilir.
Bu durumda özne:
- Tanrı korkusuyla değil, içsel sorumlulukla hareket eder.
- Kurumdan değil, vicdandan ilham alır.
- İtaatle değil, ilke ile yön bulur.
Bu anlayışta, özne artık sadece düşünen değil; karar veren, ilkeli, sorumluluk taşıyan bir varlıktır. Kant’ın kategorik imperatifi bu bağlamda ahlaki öznelliğin ölçüsünü verir: “Öyle davran ki, davranışının ilkesi, evrensel bir yasa olarak geçerli olabilsin.”

İki figürün statik, kurumsal duruşu, arka plandaki semboller (kitap, haç, bilimsel aletler), ön plandaki anamorfik kafatası… Kurumsal temsil ile bireysel öznellik arasındaki gerilimi görselleştirir.
Kurumun bilgiyi ve ölümü nasıl disipline ettiğine dair güçlü bir imgedir.
Wikimedia Commons bağlantısı
Modern Özne: Bağımsız ama Boşlukta mı?
Modern özne modeli, kurumsal yapıların ötesine geçerek bireysel karar kapasitesine alan açmıştır. Ancak bu modelin karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, bireyin yönsüzleşmesidir. Kurumun sunduğu hazır değerler yıkıldığında, özne kendi değerlerini üretmek zorundadır. Bu üretim gerçekleşmediğinde, özgürlük boşlukla yer değiştirir.
Dolayısıyla Kantçı modelin bir sonraki adımı, yalnızca kural koyan değil; yaşamın anlamını kendi etik çabasıyla inşa eden bir özne modeli olmalıdır. Bu noktada Spinoza, Kierkegaard, Nietzsche ve Levinas gibi düşünürler, özneleşmenin bu boşlukla nasıl başa çıkabileceğini farklı açılardan tartışırlar.
Ancak temel ilke şudur: Gerçek özne, dıştan verilen emirlerle değil; kendi iç yasasıyla, kendi aklının yarattığı anlamla eyleyen varlıktır. Bu varlık, yalnızca düşünen değil, karar alan, sorumluluk duyan, özgür olan bir varlıktır.
Sonuç: Özneleşmenin Ahlaki Eşiği
Özne olmak, bir statü değil, bir süreçtir. Bu süreç, dışsal tanınmalarla değil; içsel kurulumlarla işler. Kurumlar, tanımayı sağlar; ama hakikati veremez. Tanrılar, yasaları dayatabilir; ama etik olanı zorlayamaz. Gerçek özgürlük, öznenin dış korkularla değil, iç ilkelerle yön bulmasıdır.
Kulluk, ister dine ister devlete yönelmiş olsun, özneyi askıya alır. Çünkü gerçek özne, karar verir; onun hayatında “verilmiş kararlar” değil, verdiği kararlar anlamlıdır. Bu nedenle özneleşmenin en yüksek biçimi, korkuyla değil, ilkeyle yaşamaktır. İçsel yasa, dışsal baskıya direnebildiği ölçüde etik olanı mümkün kılar.
Modern özne, Platon’un yukarıdan aşağıya inen logos’una değil; kendi içinde ürettiği içkin bir akla dayanarak var olur. Böylece özne artık yalnızca bilen değil; eyleyen, düşünen, sorumluluk duyan bir varlıktır. Bu, etik özgürlüğün ve felsefi olgunluğun eşiğidir: kurumsal akıldan vicdani akla geçiş.