I. Giriş: Cinsiyetin Doğal Varsayımına Karşı Kuramsal Müdahale
Toplumsal cinsiyet üzerine yapılan teorik tartışmalar, 20. yüzyılın ikinci yarısında feminist düşünce, yapısalcılık, postyapısalcılık ve queer kuram gibi disiplinlerin kesişiminde köklü bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümün merkezinde yer alan figürlerden biri, kuşkusuz Judith Butler’dır. Butler, 1990 yılında yayımlanan Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity (Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilişi) adlı kitabıyla, cinsiyet kimliğinin sabit ve özsel bir gerçekliğe dayanmadığını, tersine toplumsal, söylemsel ve performatif süreçler içinde üretildiğini savunarak hem feminist kuram hem de felsefî düşünce açısından sarsıcı bir müdahalede bulunmuştur.
Butler’ın felsefesi, yalnızca kadınlık ve erkeklik kategorilerini değil; aynı zamanda bu kategorilerin oluşum süreçlerini, süreksizliklerini, istikrar iddialarını ve normatif dayatmalarını da tartışmaya açar. Özellikle “biyolojik cinsiyet” (sex) ile “toplumsal cinsiyet” (gender) ayrımına yönelttiği eleştiri, onun düşüncesinin temel dinamiğini oluşturur. Butler’a göre bu ayrım, başta cinsiyet kimliğini sabitleştirmenin bir eleştirisi olarak görülse de, özünde biyolojik olanın nötr, değişmez ve doğal olduğu varsayımını yeniden üretir. Oysa asıl mesele, bu “doğal” olarak kabul edilen biyolojik cinsiyetin dahi söylem içinde kurulan bir yapı olduğunu görebilmektir.
Bu bağlamda Butler’ın en radikal önerilerinden biri, cinsiyetin bir öz ya da sabit kimlik değil; bir performans, yani toplumsal olarak tekrarlanan ve bedensel olarak icra edilen bir pratik olduğu yönündeki tezidir. “Performatif cinsiyet” anlayışı, özne, kimlik, beden, norm ve direniş gibi kavramları yeniden düşünmeyi zorunlu kılar. Bu yazıda, Butler’ın bu kuramsal müdahalesi hem felsefî hem politik düzlemde ele alınacak; toplumsal cinsiyetin sabit değil, inşa edilen, oynanan, kırılabilen ve dönüştürülebilen bir yapı olduğu gösterilecektir.
II. Biyolojik Cinsiyet / Toplumsal Cinsiyet Ayrımının Eleştirisi
Feminist kuramın 1960’lardan itibaren geliştirdiği en temel kavramsal ayrımlardan biri, biyolojik cinsiyet (sex) ile toplumsal cinsiyet (gender) arasındaki farktır. Bu ayrıma göre sex, kadın ve erkeği birbirinden ayıran bedensel ve fizyolojik özelliklere dayanırken; gender, bu biyolojik farklılıkların üzerine toplumsal olarak inşa edilen kültürel, normatif ve davranışsal roller bütününü ifade eder. Bu çerçevede “kadın” olmak, yalnızca bir beden gerçekliği değil; aynı zamanda bir toplumsal pozisyon ve tarihsel olarak biçimlendirilmiş bir kimliktir.
Bu ayrım, ikinci dalga feminizm açısından hem teorik hem politik olarak işlevsel olmuştur. Çünkü bu sayede, kadınlık durumunun “doğal” ya da “kader” olduğu iddiası reddedilmiş, tersine bunun öğrenilen, biçimlendirilen ve normlara göre inşa edilen bir rol olduğu gösterilmiştir. Simone de Beauvoir’ın meşhur ifadesiyle: “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Bu yaklaşım, kadınlığın ontolojik değil; toplumsal ve tarihsel bir biçimleniş olduğunu vurgular.
Ancak Judith Butler’a göre bu ayrım, her ne kadar yapıcı bir eleştiri sunsa da, farkında olmadan özcülüğün başka bir biçimini yeniden üretir. Çünkü biyolojik cinsiyetin “doğal”, “nötr” ve “önceden verilmiş” olduğu varsayımı sorgulanmadan korunur. Gender, sex üzerine bina edilmiş gibi düşünülür; bu da “doğal beden” fikrini felsefî sorgulamanın dışında bırakır. Oysa Butler’a göre bedenin cinsiyetlendirilmesi, sadece toplumsal rollerin eklemlenmesiyle değil; bedenin doğrudan söylemsel biçimde kurgulanmasıyla gerçekleşir.
Doğal Bedenin Kurmaca Yapısı
Butler, Gender Trouble’da biyolojik cinsiyetin de bir söylem tarafından üretildiğini savunur. Bu görüş, Michel Foucault’nun “disipliner iktidar” ve “biyo-iktidar” kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Foucault’ya göre bedenler, tıbbi, hukuki, bilimsel ve pedagojik söylemler aracılığıyla biçimlendirilir. Butler bu yaklaşımı cinsiyet tartışmasına taşır: Beden, biyolojik olarak verilmiş değil; tıbbi söylem, anatomi söylemi, normatif heteroseksüellik rejimi gibi araçlarla şekillenir.
Bu görüşe göre “kadın bedeni” ya da “erkek bedeni” diye bir şey, doğadan olduğu gibi alınmaz. Aksine, hangi bedenin “kadın” ya da “erkek” olarak adlandırılacağı; hangi organların, hormonların ya da davranışların cinsiyetle ilişkilendirileceği normatif sistemlerin içinden geçerek belirlenir. Böylece biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyetin “doğal” zemini değil; söylemsel olarak kurulmuş bir sonuçtur.
Cinsiyetin Ontolojik Sabitliği ve Eleştirisi
Butler’ın radikal müdahalesi, cinsiyetin sabitliğini reddetmesinde somutlaşır. Ona göre cinsiyet (ister biyolojik ister toplumsal anlamda) ontolojik olarak sabit bir kategori değil; söylem yoluyla sürekli olarak yeniden inşa edilen bir yapıdır. Bu yapı, sadece toplumsal olarak dıştan dayatılmaz; aynı zamanda bireylerin kendilerini algılama, konuşma, davranma ve bedensel olarak konumlanma biçimlerinde içselleştirilmiş biçimde işler.
Butler, bu nedenle hem cinsiyetin temsiline hem de onun özneyle olan ilişkisine kuşkuyla yaklaşır. “Kadın” ya da “erkek” kimliği sabit bir özden kaynaklanmaz; bu kimlikler, belirli kültürel ve normatif yapılar içinde tekrarlanan pratikler aracılığıyla kurulurlar. Bu tekrar süreci, bir süreklilik yanılsaması yaratır. Ancak gerçekte bu kimlikler, tekinsiz, çelişkili ve kırılgan yapılardır.
İkili Karşıtlıkların Sorgulanması
Biyolojik/toplumsal cinsiyet ayrımı, genellikle kadın/erkek, iç/dış, öz/kabuk, doğa/kültür gibi ikiliklerle işler. Butler, bu karşıtlıkların felsefî olarak sorunsal olduğunu belirtir. Bu ikilikler, sadece farklılığı tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda hiyerarşik düzenler kurar. Örneğin doğa “kadın”la, kültür ise “erkek”le özdeşleştirilir. Bu tür yapıların kendisi de, iktidar ilişkileri içinde kurulmuş anlam yapılarıdır.
Butler’a göre bu ikiliklerin çözülmesi, yalnızca cinsiyet politikasında değil; felsefenin ontolojik temellerinde de köklü bir değişimi gerekli kılar. Çünkü bu tür ikilikler, sabitlik üzerine kurulu bir varlık anlayışını yeniden üretir. Oysa cinsiyet, özne ya da beden gibi kavramlar, sabit değil; devingen, performatif ve kırılgan süreçlerdir.
III. Butler’ın Performatiflik Tezi: Cinsiyet Nasıl Yapılır?
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramının en çarpıcı yönü, cinsiyetin bir öz ya da “sahip olunan” bir kimlik değil; yapılan, icra edilen, tekrar yoluyla inşa edilen bir şey olduğuna dair iddiasıdır. Butler bu düşünceyi, dil felsefesi ve performans kuramı çerçevesinde geliştirerek, toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu öne sürer. “Performatiflik” kavramı, burada yalnızca teatral ya da temsilî bir gösterimi değil, anlamın ve kimliğin pratik ve söylemsel olarak inşa edilmesini ifade eder.
Performatiflik Nedir?
Performatiflik kavramı, dil filozofu J. L. Austin’in How to Do Things with Words (Sözle İş Yapmak) adlı eserine dayanır. Austin, bazı ifadelerin yalnızca bir durumu tanımlamadığını, aynı zamanda bir eylemi gerçekleştirdiğini savunur. Örneğin “Evet, kabul ediyorum” ifadesi, bir evlilik töreninde yalnızca bilgi vermekle kalmaz, bizzat evlenme eylemini yerine getirir. Bu tür ifadeler, “performativ” adını alır.
Butler, bu kavramsal çerçeveyi cinsiyet kuramına taşır: “kadın” ya da “erkek” gibi kimlikler de, yalnızca tanımlanan birer kategori değil; söylendikleri anda yeniden üretilen, tekrarlanan ve dolayısıyla var kılınan kimliklerdir. Yani “kadınlık” ya da “erkeklik” sabit bir gerçeklik değil, söylem yoluyla varlık kazanan bir icradır. Cinsiyet, bu nedenle doğrudan yapılır; ama bu yapma, özgür iradeyle seçilen bir rol değil, normlara tâbi bir tekrar sistemidir.
Cinsiyetin Tekrar Yoluyla Üretilmesi
Butler’a göre kimlikler, bir kez belirlenip ardından taşınan sabit nitelikler değildir. Kimlikler, tekrarlanan toplumsal pratikler sayesinde süreklilik kazanır. Bu tekrar, zaman içinde kimliğin “doğal” olduğu izlenimini yaratır. Kadınlara yönelik giyim tarzları, ses tonu, oturma biçimi, jestler, bakım emeği gibi gündelik eylemler, sadece kimliği temsil etmez; bizzat o kimliği üretir.
Bu noktada Butler’ın kuramı, psikanalizden postyapısalcı dil felsefesine kadar pek çok disiplinden iz taşır. Tekrar, yalnızca toplumsal normların yeniden üretilmesi değildir; aynı zamanda bu normlara direnişin de sahnesidir. Çünkü her tekrar, küçük sapmalar, çarpıtmalar, yanlış okumalar ve kopmalar içerir. Böylece performatiflik yalnızca normu yeniden üretmez; normu çatlatır, istikrarını bozar, onu yeniden kurmaya zorlar.
Özne Olmak: Normlara Tâbi Olmak
Butler’ın yaklaşımına göre cinsiyet performansı bir seçim değil; normların beden üzerindeki işlemesidir. Özne olmak, kendi kimliğini özgürce inşa etmek değil; belirli söylem yapıları içinde tanınabilir kılınmak demektir. Bu, özne için hem bir olanak hem de bir kısıtlayıcılık taşır: tanınmak için belirli cinsiyet normlarına uymak gerekir; ama bu uyum, daima eksiktir, çatışmalıdır ve yeniden üretim gerektirir.
Bu bağlamda performatiflik, özne ile norm arasında kurulan çift yönlü ilişkiyi açığa çıkarır. Normlar özneleri üretir; ama özne de normları yeniden üretir. Bu nedenle özne yalnızca edilgen bir figür değil; aynı zamanda yeniden yazımın ve normatif kopuşun alanıdır. Kimlikler, bu anlamda sabit değil; kurulmuş, oynanmış ve oynandıkça dönüştürülmüş yapılardır.
Cinsiyetin Saptığı An: Drag ve Parodi
Butler performatiflik düşüncesini, özellikle drag (kadın taklidi yapan erkek performansı) örneği üzerinden somutlaştırır. Drag, normatif cinsiyet rollerini abartılı biçimde sahneleyerek, bu rollerin doğallığını sorguya açar. Drag sanatçısı “kadın gibi davranarak” aslında “kadın olmanın” sabitliğini değil; kadınlığın toplumsal bir performans olduğunu gösterir.
Bu anlamda drag, hem normatif kadınlıkla dalga geçer hem de onun tekrar edilme biçimlerini sergileyerek cinsiyetin doğallaşmış yapısını çözümler. Butler’a göre drag, “kadın” ya da “erkek” olmanın esasen bir temsil olduğunu, bu temsillerin her zaman kurgusal olduğunu ve dolayısıyla açık, kırılgan ve dönüşüme açık olduklarını gösterir.
IV. Dil, Söylem ve Beden: Cinsiyetin Ontolojisi
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramı yalnızca sosyal rollerin eleştirisine dayanmaz; aynı zamanda cinsiyetin nasıl var olduğu, yani ontolojik olarak nasıl kurulduğu sorusunu merkezine alır. Bu bağlamda Butler, cinsiyetin yalnızca sosyal bir inşa olmadığını; dilsel ve söylemsel yapılar aracılığıyla bedende kurulduğunu ileri sürer. Butler’a göre cinsiyet, sabit ve doğal bir varoluş değil; dil yoluyla kurulan, tekrar yoluyla sürdürülen ve beden üzerinde işleyen bir iktidar dizgesidir.
Dilin Kurucu Gücü
Butler’ın düşüncesi, büyük ölçüde postyapısalcı dil kuramına dayanır. Bu çerçevede dil, sadece gerçekliği temsil eden bir araç değil; gerçekliği kuran bir güçtür. Dilin bu kurucu etkisi, bireyin kimliğini, bedenini ve toplumsal konumunu belirlemede merkezi rol oynar. Bir çocuğun doğduğu anda “erkek” ya da “kız” olarak adlandırılması, yalnızca betimleyici bir fiil değildir. Butler’a göre bu ifade, aynı zamanda bir kimlik atamasıdır ve bu atama, çocuğun gelecekte hangi davranışları sergilemesi gerektiğini önceden belirler.
Bu bağlamda söylem, bireyi bir özne olarak tanınabilir hale getirirken, aynı zamanda onu belirli bir cinsiyet normuna tâbi kılar. “Kız” ya da “erkek” gibi ifadeler, yalnızca tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda normatif yüklemeler, beklentiler ve kısıtlamalar içerir. Bu söylemsel atamalar, zaman içinde bedenle özdeşleşir ve birey kendisini “doğal” bir kimliğe sahipmiş gibi deneyimlemeye başlar.
Bedenin Söylemsel İnşası
Butler’a göre beden, nötr bir yüzey ya da pasif bir madde değildir. Tersine, bedenin ne olduğu, neye benzediği, nasıl hareket ettiği ve nasıl arzuladığı gibi unsurlar, söylem yoluyla biçimlendirilir. Bedenin cinsiyetlendirilmesi, kültürel ve dilsel normların beden üzerinde iz bırakan etkileri sayesinde gerçekleşir. Bu izler, sadece sosyal davranışları değil; yürüyüş, duruş, ses tonu, jestler, arzu yönelimi gibi çok çeşitli alanları kapsar.
Beden, bu anlamda sabit bir varlık değil; normlara göre işleyen, sürekli performansla yeniden üretilen bir süreçtir. Bu süreç, bireyi hem tanınabilir kılar hem de belirli normlara sıkı sıkıya bağlar. Böylece birey, toplumsal olarak tanınabilmek için belirli cinsiyet performanslarını yeniden üretmek zorundadır. Bu durum, özgürlük ve iktidar arasındaki gerilimi açık hale getirir: Tanınmak için normlara uyum gerekir; ama bu uyum aynı zamanda kısıtlayıcıdır, disiplin altına alır.
Söylem ve Cinsiyetin Ontolojik Statüsü
Butler’ın önemli tezlerinden biri de, cinsiyetin söylem yoluyla üretildiği ölçüde ontolojik bir statü kazandığı yönündedir. Yani cinsiyet yalnızca bir toplumsal rol değil; aynı zamanda varlık düzeyinde kurulan bir gerçekliktir. Ancak bu ontoloji, sabit bir özle değil; tekrarlanan dilsel ve bedensel eylemlerle biçimlenen bir süreçle kurulur. Bu süreçsel ontoloji anlayışı, Aristoteles’ten beri süregelen özcülük geleneğine açık bir meydan okumadır.
Bu nedenle Butler’ın felsefesi, varlığı sabit tözler olarak değil; süreç, pratik ve söylem içindeki açılmalar olarak düşünmeye zorlar. Beden, özne ve kimlik, artık doğal olanlar değil; oluşun, tekrarın ve dilin etkisiyle kurulan geçici yerleşimlerdir.
Sessizlik, Zorunluluk ve Sınır
Dilin kurucu gücü, aynı zamanda bastırıcı da olabilir. Söylem yalnızca neyin söylenebileceğini değil; neyin söylenemez olduğunu, neyin temsil edilemeyeceğini, hangi kimliklerin tanınamaz kaldığını da belirler. Heteronormatif sistemlerde queer bedenler, geçiş kimlikleri ya da toplumsal normları ihlal eden cinsiyet performansları sıklıkla sessizliğe, dışlanmaya ya da şiddete maruz kalır.
Bu noktada Butler’ın teorisi yalnızca felsefî değil; aynı zamanda politik ve etik bir anlam kazanır. Çünkü cinsiyetin dilsel ve söylemsel olarak inşa edilmesi, aynı zamanda bu yapının eleştirilebilir, kırılabilir ve dönüştürülebilir olduğunu da gösterir. Cinsiyetin doğallaştırılması, bu yapıyı mutlaklaştırır; ama onun inşa edilmişliğini görmek, direnişin yollarını açar.
V. Norm, Tekrar ve Direniş: Cinsiyetin Politik Potansiyeli
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramında dikkat çekici olan yalnızca cinsiyetin doğallık iddiasını sorgulaması değil, aynı zamanda bu inşa sürecinin kendisinin politik bir müdahale alanı olarak yeniden düşünülmesidir. Butler’a göre toplumsal cinsiyet, tekrarlanan normatif pratikler yoluyla üretildiği ölçüde, bu tekrarın kesintiye uğraması, sapması veya yeniden yazılması yoluyla direnişe açılabilir. Cinsiyetin performatif doğası, onun aynı zamanda politik bir müdahale alanı olmasının temelidir.
Normlar ve Tekrarlanabilirlik
Butler’ın performatiflik anlayışı, normların yalnızca dışsal kurallar olmadığını; bizzat bireyler tarafından tekrar yoluyla içselleştirildiğini ve yeniden üretildiğini savunur. Bu tekrarın sürekliliği, kimliğin “doğal” ya da “sabit” görünmesini sağlar. Ancak Butler için bu süreklilik bir yanılsamadır; çünkü her tekrar, aynı zamanda bir fark, bir sapma ve bir yeniden konumlanma içerir.
Bu fark, yani her performansın normu “tam olarak” yeniden üretememesi, politik bir açıklık yaratır. Cinsiyetin bu kırılgan istikrarı, onu hem bir disiplin mekanizmasına hem de bir direnç alanına dönüştürür. Butler için tam da bu noktada politika başlar: normlar ancak tekrarlandıkları için işler, ama tekrarın her zaman başarısız olabilme olasılığı, normların istikrarsızlaştırılmasını mümkün kılar.
Direniş Nerede Başlar?
Direniş, Butler’a göre normların dışına çıkmakla değil, normların içinde sapmalar yaratmakla mümkündür. Bu, dışarıdan gelen bir devrimci hamle değil; normun içinde çalışarak onu çatlatarak dönüştürme sürecidir. Çünkü normlar, ancak bedenler tarafından yaşanır, tekrar edilir, uygulanır. Bu nedenle her bedensel eylem — yürüyüş, konuşma, arzu etme biçimi, giyim, ses tonu — potansiyel olarak politiktir.
Butler’a göre queer kimlikler, drag performansları, cinsiyet geçiş süreçleri, heteronormatif yapının dışında kalan cinsiyetlenme biçimleri, tümüyle bu sapma ve yeniden yazım alanında yer alır. Bunlar, yalnızca temsil talepleri değil; normatif yapının istikrarını tehdit eden performatif müdahalelerdir.
Politik Eylem Olarak Cinsiyet Performansı
Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramı, yalnızca felsefî bir analiz değil; politik bir imkân düşüncesidir. Toplumsal cinsiyetin yalnızca tekrarla üretildiğini değil, tekrarın kendisinin müdahale edilebilir olduğunu göstermek, politik öznenin eylem kapasitesini yeniden düşünmek anlamına gelir. Bu nedenle Butler’da politik eylem, yalnızca kurumsal ya da kamusal düzlemde değil; gündelik yaşamın içinde, mikro düzeyde, normların yeniden üretildiği her yerde ortaya çıkar.
Kimlik, sabit bir öz değil; bir mücadele alanıdır. Cinsiyet, yalnızca ne olduğumuz değil; ne yapabildiğimiz, nasıl hatalar yaptığımız, nasıl başka türlü davrandığımız, nasıl farklılaştığımızdır. Bu farklılaşma kapasitesi, cinsiyetin yalnızca bir kimlik değil; bir olasılık alanı olduğuna işaret eder.
Tanınma, Görünürlük ve Hak Mücadelesi
Butler’ın politik projesi, yalnızca normları bozmak değil; aynı zamanda görünür olmayan kimliklerin tanınmasını, söylemsel ve kurumsal tanınırlık alanının genişletilmesini de içerir. Çünkü tanınmayan bir kimlik, hem hukuksal hem toplumsal düzlemde yaşam hakkı, ifade hakkı, var olma hakkı bakımından tehdit altındadır. Bu bağlamda Butler’ın teorisi, Michel Foucault’nun iktidar çözümlemeleriyle birlikte, LGBTİ+ hareketleri, queer politika ve beden politikaları açısından kurucu öneme sahiptir.
Ancak bu tanınma, sabit kimlik kategorilerine yerleşerek değil; kimliğin geçici, açık ve yeniden üretilebilir doğasının kabulüyle mümkündür. Direniş, burada hem bir hak talebi hem de kimliğin sabitlenmesine karşı bir açıklık savunusu olarak işler.
VI. Butler’ın Etkisi, Eleştiriler ve Kuramsal Genişlemeler
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramı, yalnızca felsefî düşünce tarihinde değil; aynı zamanda feminist teori, queer kuram, kültürel çalışmalar, siyaset bilimi ve toplumsal hareketler bağlamında da derin etkiler yaratmıştır. Özellikle 1990’lardan itibaren Gender Trouble ve devam metinleri (Bodies That Matter, Undoing Gender, Notes Toward a Performative Theory of Assembly), cinsiyetin doğallık iddiasını sorgulayan ve normatif kimlik rejimlerine karşı teorik müdahale geliştiren bir dizi yaklaşımı mümkün kılmıştır.
Kuramsal Etki Alanları
Butler’ın performatiflik anlayışı, feminist teorideki özcü eğilimleri dönüştürmüş; kadınlığı ya da erkekliği sabit kategoriler olarak ele almak yerine, süreçsel, tarihsel ve söylemsel yapılar olarak düşünmenin yolunu açmıştır. Bu durum, feminist siyasetin özne krizine yol açmış gibi görünse de, aslında feminist mücadelenin daha kapsayıcı, daha çoğulcu ve daha eleştirel bir biçimde yeniden düşünülmesine imkân vermiştir.
Queer kuram açısından bakıldığında, Butler’ın düşüncesi adeta kurucu niteliktedir. Heteronormatif cinsiyet düzenlerinin nasıl işlediği, kimliklerin nasıl tanınabilir kılındığı, bedenin nasıl politikleştirildiği gibi sorular, doğrudan Butler’ın performatiflik kuramının içinden şekillenmiştir. Queer teori, Butler sayesinde yalnızca cinsel yönelimler düzeyinde değil; epistemolojik, ontolojik ve etik düzeylerde de radikalleşmiştir.
Eleştiriler
Butler’ın düşüncesi hem akademik hem de politik düzeyde çeşitli eleştirilerle karşılaşmıştır. Bu eleştirilerden ilki, kuramın aşırı soyut ve teorik olduğu, dolayısıyla gerçek yaşam pratiklerine uygulanmasının güç olduğu yönündedir. Özellikle performatiflik kavramının karmaşık ve felsefî dille ifade edilmesi, bazı feministler tarafından eyleme kapalı, politik etkisi düşük bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir.
Bir diğer eleştiri, Butler’ın özneyi çok fazla yapı sözcüğüne indirgediği ve bu nedenle eylem kapasitesini, öznenin failiyetini zayıflattığı yönündedir. Özellikle postkolonyal feminizm içinde yer alan düşünürler (örneğin Chandra Talpade Mohanty), Batı merkezli soyutlamaların farklı coğrafyalardaki kadınlık deneyimlerini temsil etmekte yetersiz kaldığını vurgulamışlardır.
Bununla birlikte, Butler bu eleştirilere cevaben daha sonraki eserlerinde etik ve politik sorumluluk, kamusal direniş, yas ve kayıp üzerine kurulu yeni kuramsal açılımlar geliştirmiştir. Precarious Life ve Frames of War gibi eserlerinde, kırılgan bedenler, savaş politikaları, toplumsal şiddet ve görünmezleştirilmiş yaşamlar gibi konulara yönelerek, somut politik sorulara felsefî yanıtlar üretmiştir.
Genişleyen Ufuklar
Butler’ın kuramı zamanla sadece toplumsal cinsiyet alanında değil, genel olarak tanınma, norm, iktidar, arzu, kamusal alan ve etik gibi alanlarda da etkili olmuştur. Performatiflik anlayışı, günümüzde sosyal medya kimlik performanslarından, protesto eylemlerine kadar birçok alanda teoriyle pratik arasında geçiş sağlayan bir düşünsel araç olarak işler.
Özellikle Notes Toward a Performative Theory of Assembly adlı kitabında Butler, sadece dilsel performatifliği değil, bedensel topluluğun sahneye çıkmasını da politik bir edim olarak düşünür. İnsanların bir araya gelerek kamusal alanı işgal etmesi, görünür olmaya çalışması, bu bağlamda yeni bir performatiflik biçimidir. Böylece performatiflik yalnızca kimlik alanında değil; demokratik eylemlilik biçimlerinde de düşünülmeye başlanmıştır.
VII. Sonuç: Cinsiyetin Sabitliği Değil, Hareketliliği
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramı, yalnızca feminist teoride değil; modern düşüncenin özne, beden, dil ve kimlik gibi temel kavramlarında da radikal bir kırılma yaratmıştır. Butler, cinsiyetin sabit, doğal, biyolojik ya da özsel bir kimlik olmadığını; tersine söylem, tekrar ve performans yoluyla kurulan, sürdürülen ve aynı zamanda dönüştürülebilen bir yapı olduğunu göstermiştir. Bu yaklaşım, kimliğin yalnızca temsille değil, kurulumla ilgilendiğini, dolayısıyla felsefenin klasik özne anlayışını tersyüz ettiğini ortaya koyar.
Butler’ın “performatiflik” kavramı, cinsiyetin yalnızca toplumsal bir rol değil; aynı zamanda normatif iktidar mekanizmalarının bir sonucu ve bu mekanizmalarla kurulan karşılaşmanın dinamik sahnesi olduğunu savunur. Kimlik, burada sabit bir nitelik değil; tekrar yoluyla kazanılan bir süreklilik yanılsamasıdır. Bu tekrar, tam da içsel tutarsızlığı sayesinde direnişin ve dönüşümün alanını oluşturur. Böylece normatif yapılar içinde öznelliğin yeniden kurulabileceği esnek, eleştirel ve etik bir alan açılır.
Butler’ın felsefesi aynı zamanda politik bir çağrıdır. Bu çağrı, tanınmayan, dışlanan, bastırılan bedenlerin görünürlük talebine, normların kırılabilirliğine ve cinsiyetin çoğulluğuna yöneliktir. Bu bağlamda cinsiyet artık yalnızca bir kimlik değil; müzakereye açık bir alan, bir eylemlilik düzlemi, bir düşünsel hareketlilik biçimi haline gelir.
Sonuç olarak, Butler’ın toplumsal cinsiyet kuramı bize şunu hatırlatır:
Cinsiyet, sabitlenmiş bir doğa değildir; inşa edilen, yeniden yapılan, bazen bozulan ama daima yeniden üretilen bir süreçtir.
Ve bu süreç, yalnızca iktidarın alanı değil; aynı zamanda özgürleşmenin, tanınmanın ve dayanışmanın imkânlarını barındıran bir düşünsel ve etik zemin olabilir.
