“Ben kimim?” sorusu, gündelik dilde çoğu zaman biyografik bir cevaba açılır: çocukluğumuz, ailemiz, alışkanlıklarımız, kırılmalarımız, mesleğimiz… Yani kendimizi anlatırken, hafızamızı, duygularımızı, yaşadığımız coğrafyayı, ait olduğumuz sınıfı ve kültürü devreye sokarız. Bu, felsefenin “empirik özne” diye adlandırdığı katmandır: deneyimlerin, alışkanlıkların, psikolojik özelliklerin, tarihsel bağlamın içinde yoğrulan benlik.
Modern felsefe ise, özellikle Descartes, Hume ve Kant üzerinden, “ben”i yalnızca bu empirik yüzeyden ibaret görmenin yeterli olmadığını gösterir. Bilgiyi, bilimin iddiasını, kavramların zorunluluk talebini ciddiye aldığınız anda, “ben” dediğiniz şeyin altında ikinci bir katman daha aramak zorunda kalırsınız. Kant’ın “transandantal özne” dediği bu ikinci katman, ne biyografiktir ne psikolojik; daha çok, her türlü deneyimin mümkün olmasını sağlayan anonim bir yapı, bir zemin, bir matris gibi düşünülmelidir.
Bu yazıda, empirik özne ile transandantal öznenin ne anlama geldiğini, neden modern felsefenin bu ayrımı icat etmek zorunda kaldığını ve bu ayrımın bugün hâlâ düşünme biçimimizi nasıl belirlediğini, teknik jargonun ağırlığını azaltarak ama düşünsel yoğunluğu koruyarak ele alacağız.
Kopernik Sonrası Zemin: Temaşadan Bağ Kurmaya
Özne tartışmasını anlamak için, genellikle gölgede kalan ama belirleyici bir arka plana geri dönmek gerekir: Kopernik Devrimi. Antik dünyada, felsefe büyük ölçüde temaşa, yani seyir üzerine kuruluydu. Hakikat, tıpkı gökyüzündeki kozmik düzen gibi, yukarıda, bizden bağımsız bir uyum olarak varsayılıyordu; filozofun görevi bu düzeni seyretmek ve ifade etmekti. Düşünmek, aşkın bir düzeni görsel ya da akli sezgiyle “yakalamak”tı.
Kopernik, bu dengeyi temelden sarstı. Gökyüzüne baktığımızda çıplak gözle gerçekten “güneş merkezli bir sistem” görmeyiz; karmaşık, hatta geriye gidiyormuş gibi görünen hareketler görürüz. Kopernik’in yaptığı şey, gözle görünen bu karmaşanın üstüne soyut bir düzlem çizmekti: Güneşi merkeze alıp gezegenlerin hareketini bu düzlem üzerinden yeniden düzenlemek. Bu hamle, hakikatin doğrudan verilmiş olmadığı, bilginin kurulması gerektiği fikrini meşrulaştırdı.
Böylece felsefenin sorusu da değişti:
Eğer hakikat artık “temaşa edilen hazır bir düzen” değilse, o zaman sorumluluk nesneden özneye kayar.
“Bağları kim kuruyor? Bilgiyi kim üretiyor? Özne dediğimiz şey, bu işin neresinde duruyor?”
İşte empirik ve transandantal özne ayrımı, tam da bu soruya verilen farklı cevapların biriktirdiği gerilimden doğar.

Kaynak:
https://commons.wikimedia.org/
wiki/File:David_Hume_Ramsay.jpg
Empirik Özne: Alışkanlıkların, Hafızanın ve Psikolojinin Benliği
Empirik özneyi en berrak şekilde görebileceğimiz filozof, David Hume’dur. Hume, modern felsefe tarihinde büyük bir kırılmaya sebep olan şu soruyu sorar: Nedensellik dediğimiz şeyi nereden çıkarıyoruz?
Dünyada gördüğümüz şey, aslında yalnızca ardışıklıklardır. Bir top diğerine çarpar, ikincisi hareket eder; ateşin üzerine suyu koyarsınız, sonra su kaynar. Defalarca, belki binlerce kez aynı dizilime tanık oluruz. Ama bu dizilimlerin içerisinde, gözle seçilebilir, elle tutulabilir bir “neden–sonuç bağı” yoktur. Nedensellik, ne görsel bir çizgi, ne işitsel bir ses, ne de duyusal bir izlenim olarak karşımıza çıkar.
Buna rağmen, insan aklı sürekli olarak verili olanı aşar. Henüz gerçekleşmemiş bir geleceğe dair, “Yarın Güneş doğacak” dediğimizde, daha yaşamamış olduğumuz bir zamanı sanki önceden biliyormuşçasına hüküm veririz. Hume’un problematiği tam da bu noktada yoğunlaşır:
“Deneyimde verilmeyen bir zorunluluğa niçin bu kadar güveniyoruz?”
Hume’un cevabı, empirik öznenin portresini çizer. İnsan zihni, ona göre, doğası gereği örüntü arayan bir varlıktır. Sık sık birlikte gördüğü olaylar arasında zamanla bir beklenti ilişkisi kurar. Ateşle suyu yüzlerce kez yan yana görür, her seferinde suyun kaynadığına tanık olur ve bir süre sonra bu dizilim zihinde bir alışkanlığa dönüşür. Artık yeni bir durumda ateşi ve suyu yan yana gördüğünde, ikinci olay henüz gerçekleşmese de gerçekleşeceğini “bekler”.
Buradan bakınca, “Ateş suyu kaynatır” dediğimizde, nesnelerin içindeki bir zorunluluğu dile getirmiyoruz; kendi zihinsel alışkanlığımızın, geçmiş örüntülerden damıttığı beklentiyi ifade ediyoruz. Nedensellik, dünyada hazır bulunan bir bağ değil; empirik öznenin zihinsel mekanizmasının ürettiği bir inanç türü.
Bu empirik özne, bütünüyle biyografik ve tarihsel:
- Çocukluğumuzda öğrendiklerimiz,
- İçinde büyüdüğümüz dilin alışkanlıkları,
- Maruz kaldığımız örüntüler, travmalar, eğitim süreçleri,
- Hafızamız, unutkanlığımız, korkularımız, arzularımız…
Hepsi empirik öznenin alanına aittir. Bu özne hem psikolojinin hem sosyolojinin hem de gündelik deneyimimizin konusudur. “Ben böyleyim” dediğimizde çoğu zaman kastettiğimiz budur.
Fakat Hume’un çözümü, Kant’ın dikkatini çeken bir zaaf taşır: Eğer bilimsel bilgi yalnızca empirik öznenin alışkanlıklarına dayanıyorsa, o zaman bilimin “herkes için geçerli, zorunlu ve evrensel” hakikat iddiası temelsiz kalır. Alışkanlıklar kırılabilir, değişebilir, kültürel olarak farklılaşabilir. Bilim, bu kadar psikolojik ve tarihsel bir zemine yaslanmayı kabul edemez.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki/
File:Immanuel_Kant_-_Gemaelde_1.jpg
Kant’ın Hamlesi: Özne Neden İkiye Ayrılmak Zorunda?
Kant için Hume’un sorusu –“deneyimde verilmeyen nedenselliğe neden bu kadar güveniyoruz?”– doğrudur, ama verilen cevap yetersizdir. Hume’un alışkanlık kavramı, bilginin fiili işleyişini anlatır; fakat bilginin zorunluluk iddiasını temellendiremez. “Bu hep böyle oldu, muhtemelen yine böyle olacak” türünden bir alışkanlık, “bu böyle olmak zorundadır ve herkes için böyledir” anlamına gelmez.
Bu yüzden Kant, radikal bir adım atar: Özne kavramını derinleştirir ve katmanlı hale getirir. “Ben” dediğimiz şey, yalnızca empirik, psikolojik bir birlik olamaz. O aynı zamanda, bütün bu empirik içeriklerin üzerini örten, onları mümkün kılan, herkes için ortak bir yapıya da sahiptir. İşte bu yapı, transandantal özne adıyla düşünce tarihine girer.
Empirik özne, doğup ölen, belirli bir toplumda belirli bir dilde büyüyen, belirli bir tarihe ve coğrafyaya ait kişidir. Transandantal özne ise, bütün bu bireysel öznelerin arkasında, sanki hepsinin ortak kullandığı görünmez bir iskelet gibi duran yapısal zemin:
Zaman ve mekânın formu, anlama yetisinin kategorileri, deneyimi bir birlik halinde tutan bilinç.
Kant’ın sorusunu bu defa şöyle okuyabiliriz:
“Deneyim denen şey, en başta nasıl mümkün oluyor?”
Bu soru, hem dünyayı hem de özneyi aynı anda sorunsallaştırır. Eğer deneyim, salt dışarıdan gelen verinin pasif bir yansıması olsaydı, onu birliğe getirecek hiçbir iç formdan bahsedemezdik. Kant’a göre deneyim dediğimiz şey, zaten baştan itibaren öznenin belirli yapılarıyla yoğrulmuş bir bileşimdir.
Transandantal Öznenin Anatomisi: Zaman, Mekân ve Kategoriler
Transandantal özneyi anlamanın en iyi yolu, Kant’ın ünlü ayrımını hatırlamaktır: şeyler bize “kendilerinde” değil, “görünüşleri”yle verilir. Bu görünüş, saf bir fotoğraf değildir; zihnin içsel formuna göre şekillenmiş bir görünüş.
İlk katmanda, zaman ve mekân vardır. Biz hiçbir şeyi zamandan ve mekândan bağımsız olarak deneyimleyemeyiz. Bir ses her zaman bir anda ve bir yerde işitilir; bir nesne her zaman bir noktada ve bir sürede görülür. Zaman ve mekân burada dış dünyada duran kutular değil, öznenin dünyayı algılama biçimidir. Duyarlığın bu iki formu, transandantal öznenin en temel bileşenleridir.
İkinci katmanda, anlama yetisinin kategorileri devreye girer. Nedensellik, töz, nicelik, nitelik, birlik, çokluk gibi kavramlar, deneyime sonradan yapıştırılan sözcükler değildir. Tam tersine, deneyim dediğimiz şey, zaten bu kategoriler altında örgütlenmiş bir malzemedir. Nedensellik kategorisi olmadan, ardışık iki olayı “biri diğerine neden oldu” diye düşünemezdik. Töz kategorisi olmadan, değişen niteliklere rağmen “aynı şeyi” deneyimlediğimizi söyleyemezdik.
Son katmanda ise, Kant’ın “transandantal apersepsiyonun birliği” dediği ilke vardır. Bu, “ben” dediğimiz şeyin metafizik bir ruh olarak değil, bütün deneyimleri aynı bilinçte toplayan bir birlik noktası olarak anlaşılmasıdır. Aynı kişinin dün gördüğü ağaçla bugün gördüğü ağacı birbirine bağlayabilmesi, yalnızca hafızaya değil, bu transandantal birliğe dayanır. Aksi takdirde, bilinç keskin kırılmalarla dolu kopuk karelerden ibaret olurdu.
Transandantal özne işte bu üçlü üzerinden iş görür: zaman ve mekânın formu, kategorilerin ağı ve bunların üzerinde işleyen birlik ilkesi. Bunlar empirik öznenin özellikleri değildir; kişisel hikâyelerimizden, psikolojik zaaflarımızdan bağımsız, hepimizin paylaştığı yapısal koşullardır.
İki Katman, Tek Özne: Benlikte Süreklilik ve Gerilim
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Kant, iki ayrı “ben” icat etmiyor. Empirik özne ve transandantal özne, aynı öznenin iki farklı düzlemi. Gündelik hayatta, sabah uykusuz gözlerle kahve içerken, işte bu iki katman aynı anda çalışır.
Bir yandan son derece empirik bir hal içindeyizdir: uykusuzluk, yorgunluk, o günkü ruh hali, bedensel duyumlar, zihnimizden geçen dağınık imgeler… Bunların tümü empirik öznenin alanıdır. Aynı anda fincanın masanın üzerinde durduğunu, az önce suyun kaynadığını, birazdan soğuyacağını, toplantıya geç kalmamak için kaç dakikamız olduğunu düşünürüz. Bu bağları kurmamızı sağlayan şey ise transandantal düzlemdir: zaman bilinci, mekânsal düzen, neden–sonuç ilişkisi, aynılık duygusu…
Modern benlik, bu anlamda, tek yüzlü bir şey değildir. Tekil biyografilerimizin altına gömülü, adını çoğu zaman anmadığımız bir yapısal katman taşırız. Kant’ın hamlesi, Hume’un psikolojik öznesini reddetmek değil; onu daha derin bir zemin üzerinde yeniden konumlandırmaktır. Empirik özne hâlâ vardır, ama artık tek oyuncu değildir; rolünü, transandantal özneyle paylaşıyordur.
Bu ayrım, sadece teorik bir incelik değildir. Bilim ile inanç, psikoloji ile felsefe, kişisel deneyim ile evrensel yasa arasında hâlâ yaşadığımız gerilimlerin arka planında, bu iki katmanlı özne anlayışı dolaşır. Bilim, kendi hakikat iddiasını savunurken, empirik öznelerin kültürel ve tarihsel değişkenliğine rağmen geçerli kalmak ister; işte burada transandantal düzlem, bir tür ortak zemin olarak devreye girer. Öte yandan psikanaliz, sosyoloji ve kültürel çalışmalar, empirik öznenin, yani biyografik benliğin ne kadar çatlak, ne kadar parçalı, ne kadar çatışmalı olabileceğini gösterir.
İçkinlik Düzlemi ve Özne: Aşkın Varsayımlardan Arınma Denemesi
Oğuz Karayemiş’in “felsefi coğrafya” ve “içkinlik düzlemi” tartışmalarında altını çizdiği gibi, modern felsefenin uzun vadeli hedefi, düşüncenin zeminini aşkın varsayımlardan arındırıp, kendi içinden kurmaktır. Tanrı, mutlak kültür, değişmez özler, sorgulanmadan kabul edilen devasa figürler, bu açıdan “aşkın” mefhumlardır. Felsefe, bu figürleri veri olarak almak yerine, onları sorunsallaştırarak, düşüncenin kendi koşullarını kendi içinde üretmeye çalışır.
Empirik ve transandantal özne ayrımı, bu içkinlik projesinin önemli bir durağıdır. Bir yanda, alışkanlıkları, inançları, tarihsel birikimiyle empirik özne durur: her türlü dogmanın, kalıp düşüncenin, ortak duyunun içinde biçimlenmiş benlik. Diğer yanda, bu verili inançları, alışkanlıkları, dil kalıplarını sorgulayan, onları koşullayan yapıyı açığa çıkarma çabası olarak transandantal özne fikri. Bu ikinci katman, ali bir “ruh” ya da kutsal bir merkez değil; tam tersine, düşüncenin kendi ayakları üzerinde durmaya çalıştığı içkin bir yapı olarak okunmalıdır.
Spinoza’nın “Deus sive Natura” formülüyle, İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücut düşüncesinin nasıl içkinlik arayışlarına dönüştüğünü konuşurken, aslında hep bu zemini örmeye devam ederiz: figürlerden kavramlara, aşkın mefhumlardan içkin yapılara geçiş. Kant’ın transandantal öznesi, tam anlamıyla saf içkinlik değildir; hâlâ “koşul” anlamında aşkınsal bir tını taşır. Ama yine de, modern özne tartışmalarının, daha radikal içkinlik kuramlarının önünü açan geçiş noktasıdır.
Sonuç: Kendimize Artık Aynı Gözle Bakamayız
Empirik özne ve transandantal özne ayrımı, kâğıt üzerinde iki tanım gibi durabilir. Oysa bu ayrım, “ben kimim?” sorusunu da, “bilgi nedir?” sorusunu da geri dönüşü olmayan biçimde değiştirmiştir. Artık kendimize sadece alışkanlıklarımızın, duygularımızın, biyografimizin toplamı olarak bakamayız. Aynı zamanda, deneyim denen şeyi mümkün kılan, nesneleri zaman ve mekân içinde, nedensellik ve birlik kategorileri altında kavramamızı sağlayan yapısal bir zemin taşıdığımızı da düşünmek zorundayız.
Bu iki katman arasında gerilim hiç bitmez. Bazen empirik öznenin dünyası –korkularımız, arzularımız, kırılganlıklarımız– transandantal düzlemin sağladığı rasyonel düzenle çatışır. Bazen de o yapısal zemin –zaman, mekân, kategori– bize fazla katı, fazla kapalı gelir; sanki başka türlü düşünmenin imkânlarını kısıtlıyormuş gibi. Modern felsefe, büyük ölçüde, bu gerilimin hikâyesidir.
Yine de, Kant’ın dersini hafife almamak gerekir: Eğer bilginin temeli sadece empirik öznenin psikolojisine indirgenirse, felsefe ya öznelciliğe ya da nihilizme kayar. Transandantal özne düşüncesi, tam da bu uçurumu gören bir çağın, kendi üzerine düşünme çabasıdır. Bugün hâlâ, bilimin iddialarını, inanç biçimlerimizi, politik özneyi, toplumsal cinsiyet ve kimlik tartışmalarını konuşurken, farkında olalım ya da olmayalım, bu iki katmanlı benlik fikrinin içinden konuşuyoruz.
