“Dücane Cündioğlu – Hegel’in Yamyamları” başlıklı konuşma, uygarlık ile barbarlık karşıtlığını Hegel’in düşünme biçimi üzerinden yeniden düşünmeye çağırıyor. Ama bunu, Hegel’i popüler şemalara sığdıran “tez–antitez–sentez” klişesini tekrar ederek yapmıyor; tam tersine, bu basitleştirmenin felsefi kavrayışı felce uğrattığını hatırlatıyor. Konuşmanın merkezinde, “insan olmuş insan” (homo humanus) ile “insan olmayan/öteki” (homo barbaros) ayrımını yalnızca bir kelime tercihi değil, eğitim, hukuk, yurttaşlık ve gündelik pratiklerle işleyen bir mekanizma olarak görmek var. Bu mekanizma, antik Yunan’dan modernliğe uzanan uzun bir dil ve kurum geleneğinin içinde, kimin “insan sayıldığı”nı ve kimin eşiğe itildiğini belirliyor. Cündioğlu, bu tarihsel çerçeveyi bugüne taşırken, barbarlaştırmanın yalnızca uzak coğrafyalara ilişkin bir söylem olmadığını; medeniyetin kalbinde, gündelik ince ayarlı protokollerle yeniden üretildiğini gösteriyor.
Hegel’i Basitleştirmenin Bedeli
Hegel’in diyalektiği, kavramı yerinden oynatan bir hareket; bir şeyi ancak karşısındakiyle değil, kendi içindeki çelişki ve gerilimi görünür kılarak anlama girişimidir. “Tez–antitez–sentez” formülü bu hareketi dondurur; tarihte işleyen güçleri, kurumları, dil oyunlarını görünmez kılar. Cündioğlu’nun vurgusu burada açıktır: Hegel’i gerçekten okumak, “öteki”nin sırf dışarıda duran bir karşıt olmadığını, çoğu kez kendi kendimizi kurarken icat ettiğimiz bir ayna görevi gördüğünü fark etmeyi gerektirir. Uygarlık dediğimiz şey, barbarı tanımladıkça kendini kurar; barbar dediklerimiz, uygarlığın tarifi üzerinden görünür hale gelir. Bu nedenle mesele “yanlış fikirler”den ibaret bir önyargı listesi değildir. Mesele, dışlama–meşrulaştırma düzeneklerinin nasıl çalıştığını görmek, haritanın ne zaman ideolojiye, hukukun ne zaman iktidarın zarif kılığına dönüştüğünü teşhir etmektir.
Homo Humanus: İkinci Doğum ve Yurttaşlık
“Homo” ile “humus” (toprak) arasındaki etimolojik akrabalık, İbranice Âdem’le kurulan çağrışımla birlikte anılır; ama belirleyici olan toprağa kayıtlı kalış değil, topraktan kalkıştır. İnsan olmanın ağırlık merkezi, doğanın dolaysızlığından kültürün ölçüsüne geçmek; başını göğe çevirip ikinci doğayı edinmektir. Antik–klasik dünyada bunun adı Septem Artes Liberales’tir: Gramer, Mantık, Hitabet; Aritmetik, Geometri, Müzik, Astronomi. Bu yedi özgür sanat yalnızca müfredat başlığı değildir; “konuşmaya layık” olmanın, yani kamusal dünyada görünür ve sorumlu bir özne sayılmanın asgari eğitimidir. Gramer dilin içini temizler; mantık hükmün isabetini sınar; hitabet, başkasına seslenmenin adabını öğretir. Aritmetik ve geometri ölçüyü, oranı, sınırı içselleştirir; müzik ritim duygusunu; astronomi göğe bakmanın düzenini kazandırır.
Bu yüzden “adam olmak”, yalnız biyolojik bir doğum değil, erginlenmeyi –toplumun diline ve hukukuna eklemlenme ritüellerini– içeren ikinci doğumdur. Yurttaşlık burada kilit kavramdır: kişi, ortak yasayı kendisine vererek özgürleşir; başkasının keyfî tasarrufuna karşı, ortak ölçünün güvence sunduğu bir alanda kendi eyleminin sahibi olur. Modern kulakta “sınırlama” gibi işitilen şey, içeriden bakıldığında “özgürlüğün şartı”dır; çünkü yasa, keyfî güce set çekerken özneliği ayakta tutar.
“Homo Harbarus”: İnsan Sayılmayanların Uzun Tarihi
Bu çerçevenin karanlık yüzü, insan sayılmayanların uzun tarihidir. Yüzyıllar boyunca çocuk, kadın, vahşi/barbar, köle, deli ve hayvan “insan” kategorisinin dışında bırakılmıştır. Ortak gerekçe, akıldır: akıl yönetme hakkını verir; akıldan yoksun sayılan, yönetilmeyi hak eder. “İnfantis” –konuşamayan– hukuk karşısında özne değildir; barbar, “anlaşılmaz sesler çıkaran”dır; kadın ve köle, yurttaşlığın hududu çizilirken dışarıda tutulur. Böylece “yurttaş”ın adı “insan”a dönüşür; “yurttaş olmayan” insanlığın eşiğinde bekletilir. Dil, hukuk ve eğitim yalnızca bir topluluğun iç düzenini kurmakla kalmaz, insanlığın sınırlarını da çizer. Cündioğlu’nun okumasında bu çizgi, Hegel’de düşüncenin merkezine oturur ve dünya tarihini açıklama teşebbüsüyle coğrafyayla birleştirilir.
Akıl, Dil, Hukuk: Konuşmanın Siyaseti
Hukuken ve kamusal olarak “konuşabilir” olmak, yalnız ses çıkarabilmek değil, tanınmış bir dilde, tanınmış bir mantıkla ve tanınmış bir usulle konuşabilmektir. Bu, kimin insan sayıldığına dair çıtanın nerede tutulduğunu belirler. Akıl kavramı, uygun bulduğu konuşma biçimini ölçü ilan eder; diğerlerini “bozuk”, “yetersiz” ya da “barbarca” sayar. Böylece akıl, görünüşte evrensel bir ışık iken, tarihsel bir terbiye programına dönüşebilir. Cündioğlu’nun işaret ettiği risk de burada yatar: kültür, kendini doğallaştırdığında –yani “başka türlüsü zaten mümkün değilmiş gibi” sunulduğunda– dışlayıcı siyaseti incelikle sürdürür. Uygarlık dili, nezaket ve adab ile parıldar; fakat bu parlaklık, kimi sesleri kısmak, kimi yüzleri görünmez kılmak için de kullanılabilir.
Doğa–Kültür Gerilimi ve Modern Nezaket
Modernlikte “kültür = ikinci doğa” birinci doğanın önüne geçer. Endüstri sonrası çağda makbul olan “eğitilmiş, disipline edilmiş, hukuka eklemlenmiş” olandır; “doğal” olan, romantize edilmediği sürece değersiz sayılır. Hegelci bakışta özgürlük keyfî isteme (Willkür) değil, kazanılmış bir yetidir; rasyonel yasa aracılığıyla güvenceye alınır. Dışarıdan sınırlama gibi görünen şey, içeriden özgürlüğün koşulu olur. “Nezaket” böylelikle salt görgü değil, birlikte yaşama tekniğidir. Ancak, doğayı bütünüyle kaba, kültürü bütünüyle asil ilan etmek kolaycıdır. Doğayı romantize etmek şehri şeytanlaştırır; kültürü kutsallaştırmak kurumların şiddetini görünmez kılar. Denge, doğayı asla romantikleştirmeden, kültürü asla kutsallaştırmadan kurulabilir: biri ötekini aydınlatır, birbirlerinin kör noktalarını ele verir.
Yedi İklim: Coğrafyanın Düşünceye Çevrildiği Eşik
Hegel’in dünya tarihini okuma biçiminde eski yedi iklim tasnifi modern bir şemaya çevrilir. Ilıman kuşak –Mezopotamya, Akdeniz, Yunan– “dünya tarihsel uluslar”ın sahnesidir; yakıcı ve dondurucu kuşaklar ise “barbarın yurdu”. Gerekçe açıktır: uç kuşaklarda doğa, “nicelik kütlesi” halinde insanın karşısına çıkar; insan kıpırdayamaz; kurum, hukuk, dil ve adabı kuracak boşluk ve zaman bulamaz. Burada masum bir haritadan söz etmiyoruz. Coğrafi ayrımlar, düşünsel ayrımların kılığına bürünür; harita karakter ve tarih paylaştırmanın aracına dönüşür. “Bakışların kesin olarak dışlanacak doğallıklara çevrilmesi” çağrısı, kimlerin konuşabilir, hukuka eklemlenebilir, “insan sayılabilir” olduğuna dair bir siyasal–ahlaki filtre kurar. Bilgi gibi görünen şey, dışlama tekniğine dönüşür; doğallık uygarlığın dışına itilecek ham maddeye indirgenir.
Afrika Tasviri ve “Yamyamlık” Retoriği
Konuşmanın en sert eşiği, Hegel’in Afrika’ya ve “zenci karakter”e dair pasajlarında belirir. Unbändigkeit (dizginlenemezlik) anahtar sözcüktür; onu çıplaklık, ensest, yamyamlık, yasa ve din yokluğu izler. Buradan çıkan hüküm eğitilemezliktir: evcilleştirilemeyen, insanlıkla uyumsuz bir karakter. Akıl–yasa–dil üçlemesini insanlığın ölçüsü sayan şema, Afrikalıyı akıl dışının temsiline indirger; akıl dışı olan “yönetilmeyi” hak eder. “Yamyamlar” başlığı burada ters yüz edilir: söz konusu olan yalnızca başkasının etini yemek değildir; daha derin ve sistematik bir sindirim işlemektedir –başkasının insanlığını yemek. Bu, diline, hukukuna, kaynaklarına, bedenine ve zamanına el koymayı “medeniyet” adına meşrulaştıran bir dildir. Sömürgeci ideoloji tam da böyle işler: önce barbar icat edilir, ardından barbarın altınlarına, emeğine ve toprağına “ahlaki kılıfla” el konur. “Uygarlık götürme”, “misyon”, “eğitim” söylemleri bu el koymanın estetik kabıdır.
Bugünün Barbarlaştırma Teknikleri
Cündioğlu, bu şemanın arşivde kalmış bir fosil olmadığını; bugün de güvenlik, medeniyet, insani yardım, terörle mücadele sözlükleriyle canlandığını hatırlatır. Tekil olayların karmaşıklığını unutturan bir tipikleştirme tekniği işler: birkaç örgütün adı tüm bir coğrafyayı kapsar; “uygarlık operasyonu” söylemi oksijen bulur. Hegelci “somut evrensel” karanlık bir işleve kavuşur: tekil vakalar tip üretir; eğilim yerleşince geçmiş geriye dönük yazılır – “zaten hep böyleydiler.” İdeolojik başarı budur: bugünün çıkarlarını geçmişe çiviler; sonra o geçmişi bugünü meşrulaştırmak için kullanır.
Bu mekanizma yalnız “dışarıdaki barbar”a karşı işlemez; içeride de devrededir. “Uygar merkez”in ortasında entegrasyon, göç, güvenlik ve “yaşam tarzı” söylemleriyle iç barbar figürü üretilir. Medyada tekrar eden imgeler, hukuki kategorizasyonlar, idari denetimler ve “normal”e uyum protokolleri birer terbiye aygıtı olarak çalışır. Barbar bir günde kurulmaz; ritüeller ve sözcükler ile yavaş yavaş çizilir. Dil bu yüzden kritik zemindir: haber bültenleri, etiketler, reklam metinleri, gündelik konuşma kalıpları… Hepsi, kimi sesleri büyütüp kimilerini kısmaya, “anlaşılır” ile “barbarca” arasındaki çizgiyi sessizce kalınlaştırmaya yarar.
Ekonomik düzeyde de benzer bir sindirim görülür. “Özgür girişim, esneklik, kendi kendinin patronu olma” sloganları risk ve belirsizliği bireyselleştirir; kurumsal yükümlülükler dağılır, sorumluluk “özne”ye yıkılır. Yamyamlık artık orman ritüeli değil; piyasa, sözleşme ve algoritma dillerinde işleyen bir disiplindir. İnsanın zamanı, dikkati ve özerkliği, “çoğul özgürlükler” adına tüketilebilir ham maddeye çevrilir. Böylece barbarlaştırma yalnız dışarıdaki düşmana değil, “uygarlığın içindeki uyumsuz”a karşı da politik–ekonomik bir araç haline gelir.
Sonuç: Soruyu Doğru Kurmak, Dışlamayı Teşhir Etmek
Cündioğlu’nun çağrısı, Hegel’i ya bütünüyle mahkûm etmek ya da kutsamak değil; Hegel’i işlerken görmek yönündedir. Bir metin, doğrular–yanlışlar toplamının ötesinde, meşrulaştırma makinelerini de çalıştırır ya da söndürür. O halde soruyu doğru kurmak gerekir: “Yamyamlar kim?” sorusu tersine çevrilmelidir. Bedenleri, madenleri, emeği yiyen; dilleri, hikâyeleri, geleceği tüketen kim? Bu sorunun cevabı tek bir faili işaret etmez; hukuk, okul, misyon, şirket, vakıf, medya, ordu gibi kurumsal halatlarla örülmüş bir ağın içinde dolaşır. Uygarlığın dili, başkasının insanlığını yemeden ayakta durabilir mi? Cevap, haritaları dillerle, kurumları iktidarlarla birlikte okumaktan geçer. “İnsan” adını doğadan değil, paylaşılan dünya ve müzakere üzerinden yeniden söylemek; yasayı –özgürlük adına– kendi kendini sınamaya açık tutmak gerekir. Çünkü barbar çoğu zaman “orada” değil, kendi kavramlarımızın içinde saklıdır. O kavramları söküp yeniden monte etmek, eksiklerini tamamlamak, yanlış parçalarını atmak… Felsefenin asıl işi budur. Hegel’in cazibesi, özgürlük–yasa–kültür idealinin yüksek tonunda; tehlikesi, bu idealin dışlamayı görünmez kılabildiği kör noktada saklıdır. Kör noktayı görünür kıldığımız ölçüde, modernliğin en kıymetli vaadi –özgürlüğün ortaklaşa inşası– dışlamanın tarihini görme cesaretiyle birleşebilir.
