Akbank Sanat’ın “Psikiyatri ve Sinema: Tarihe Bakış – Nefretin Kaynağı: Kısıtlanmış Özgürlük” başlıklı panelinde, Serpil Yandı Vargel, Aslı Aktümen ve Begüm Saygılı; bir filmi yorumlamaktan çok daha fazlasını yapıyorlar. Tomris Giritlioğlu’nun 2009 tarihli Güz Sancısı filmi, onların elinde, Türkiye’nin yakın tarihine, kolektif belleğine ve nefretin psikolojik kökenlerine açılan bir laboratuvara dönüşüyor. Panelde söylenenler, tek tek cümleler olarak değil, bir bütün olarak okunduğunda şunu görmeye başlıyoruz: Nefret dediğimiz şey, yalnızca “ötekine” yönelmiş çıplak şiddet değil; aynı zamanda, insanın kendine katlanamamasının, kendi eksikliğiyle yüzleşememesinin bir dışavurumu.
Film, 6–7 Eylül 1955 pogromunu anlatıyor; ama paneldeki tartışma, bu olayı tarihte kalmış bir “kötü anı” gibi, duygusuz bir mesafe ile ele almıyor. Aksine, tarihsel şiddetin bugüne sızan yankılarını, ötekileştirme mekanizmalarını, devlet-birey ilişkisini, annelik ve babalık işlevlerinin eksikliğini ve bütün bunların ruhsal yapı üzerindeki etkisini birlikte düşünmeye çağırıyor. Bu yazı, panelde açılan bu damarları toplayarak, kimlik, nefret ve travma etrafında örülü bir metin sunmayı amaçlıyor.
Kimlik: Aynılık, Ayrışma ve “Sen Kimlerdensin?”
Tartışmanın merkezinde, önce kimlik kavramı beliriyor. Kimlik yalnızca nüfus cüzdanındaki bir veri değil; insanın “ben kimim?” sorusuna verdiği bütün cevapların, görünen ve görünmeyen aidiyetlerin toplamı. Türkçede kimliğin “sen kimlerdensin?” sorusuyla yan yana durması boşuna değil. Daha ilk andan itibaren kimlik, bir ailenin, bir mahallenin, bir dinin, bir milletin içine doğmakla başlıyor. İnsan henüz hiçbir şey seçemeden, onu tanımlayan bir dile, bir coğrafyaya, bir tarihe, bir kültürel koda gönderilmiş durumda.
Ama kimlik yalnızca aynılaşma üzerinden kurulmaz. Her kimlik, kendisini “öyle olmayanlar”a göre de tanımlar. Bir topluluğa ait olmak, aynı zamanda, o topluluk tarafından “öteki” ilan edilenlerden ayrışmak anlamına gelir. İşte bu nedenle kimlik çoğu zaman negatif bir inşadır: “Biz kimiz?” sorusunun cevabı, fark edilmeden “biz kim değiliz?” sorusuna yaslanır. Türk / Türk olmayan, Müslüman / gayrimüslim, yerli / yabancı, çoğunluk / azınlık… Her ikili karşıtlık, aynı zamanda ötekileştirmenin dilini de hazırlar.
Panelde, kimliğin farklı katmanları da hatırlatılıyor: Objektif kimlik, yani doğuştan gelen; örneğin Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt ya da Türk olarak dünyaya gelmek… Bir de subjektif kimlik var; insanın sonradan seçtiği siyasi duruş, meslek, yaşam biçimi, ait olmak istediği kültürel ya da ideolojik çevre. Üstüne bir de alt kimlik / üst kimlik gerilimi ekleniyor: mahallenin, cemaatin, etnik grubun alt kimliği ile devletin inşa etmeye çalıştığı vatandaşlık kimliği (örneğin “Türkiyelilik”) her zaman uyum içinde olmayabiliyor. Çatışma tam da burada, bu uyumsuzlukta beliriyor.
İşte nefretin ilk zemini bu kimlik topografyasında kuruluyor. Kimlik, bir yandan aidiyet, güven ve “biz” duygusu verirken, öte yandan “bizden olmayanlar”ı işaret eden bir ok gibi çalışabiliyor. Ötekileştirmenin dili, çoğu zaman bu kimlik zemini üzerinde susuz kalmıyor; tarih, ona sürekli yeni malzeme sunuyor.
Nefretin Psikodinamiği: Kendine Tahammül Edemeyen Benlik
Panelde bir adım daha geriye çekilip, nefretin psikolojik kökenine bakılıyor. Nefret, çoğu zaman dış dünyadaki bir “tehlike”ye verilen haklı tepki gibi sunulur; ama psikanalitik bakış, okları dışarıdan içeriye çeviriyor: Ötekine yöneltilen nefret, aslında çoğu kez kendine tahammül edemeyen benliğin dışarıya fırlattığı bir parça.
Erken çocukluk deneyimleri burada belirleyici. Çocuk, hayatta kalabilmek için anne-babaya mutlak bağımlıdır. Ebeveyn şefkatli, kapsayıcı, tutarlı olduğunda, çocuk “sevilebilir bir varlık” olduğu duygusunu içselleştirir. Fakat ebeveyn despot, cezalandırıcı, kayıtsız, alaycı ya da dengesiz olduğunda, çocuk bunu “kötü ebeveyn” diye adlandırmaz; tam tersine, “demek ki ben yeterince iyi değilim” diye yorumlar. Çünkü zihni için, sevilmeyen “ben”i kabul etmek, kötü bir anne-babaya sahip olduğundan daha “katlanılabilir” görünür.
Böylece derinde, adını koyamadığı bir kendilik nefreti oluşur. Çocuk, uğradığı zulmü, hor görülmeyi, değersizleştirilmeyi, hak edilmiş bir muamele gibi yaşamaya başlar. Ebeveynle özdeşleşir, zalimin dilini içselleştirir. Yıllar sonra, yetişkin olduğunda, bu taşıyamadığı nefret duygusu içeride kalamaz; ruhsal sistem onu taşıyamadığı yerde dışarıya, bir “öteki”ne doğru fırlatır. İşte projeksiyon tam burada devreye girer: İçerdeki karanlık, dışarıdaki hedefin üzerine aydınlatma gibi yansıtılır. Böylece nefret, sanki sadece ötekinin “kötülüğüne” verilmiş haklı bir tepkiymiş gibi görünür.
Bu mekanizmayı besleyen bir başka duygu hasettir. Haset, sıradan kıskançlıktan daha ağır bir duygudur; “onda var, bende yok” durumuna karşı yönelmiş yıkıcı bir saldırganlık taşır. Başkasının güzelliği, başarısı, refahı, görünürlüğü, keyfi, bizdeki eksiklik duygusunu tetiklediğinde, bu eksiklik kolayca nefrete dönüşebilir. Panelde atıf yapılan çalışmada, radikal Yahudi düşmanlığının Yahudi nüfusunun en az olduğu bölgelerde yoğunlaşması da tam burada anlam kazanır: Nefretin nesnesi, gerçekte ne kadar “orada” olduğuyla değil, içerdeki eksiklik duygusuyla ilgilidir.
Bu noktada fanatizm devreye girer. Kendi hayatının öznesi olamayan, iç dünyasındaki çatışmayla baş edemeyen birey, değersizlik ve yetersizlik duygusundan kaçmak için kendini “daha büyük” bir şeyle özdeşleştirir: bir lider, bir takım, bir ideoloji, bir ırk, bir din yorumuyla. “Bir hiç olmaktansa bir şeyin askeri olayım” arzusu, nefretin kolektif biçimini üretir. Artık nefret, yalnızca bireysel bir duygulanım değil, “biz” adına, “kutsal” bir davanın savunusu gibi yaşanır. En tehlikelisi de budur.
Travma, Hayaletler ve Kuşaklararası Aktarım
Panel, nefretin yalnızca bireysel psikolojide değil, kolektif bellekte de iz sürdüğünü hatırlatıyor. Travmatik yaşantıların tanımı burada kritik: Travma, sadece “çok kötü bir olay” değildir. Asıl travmatik olan, yaşananın simgeselleştirilememesi, konuşulamaması, temsil edilememesidir. Yani olan biten, dilde yer bulamadığı için zihinde kör bir leke, ruhsal alanda bir “yırtık” olarak kalır.
Bu yırtıkların etkisi, yalnızca olayı bizzat yaşayan kuşakla sınırlı değildir. Üst kuşaklar, yaşadıkları kayıpları, suçluluklarını, utançlarını açıkça dile getiremediğinde; bu bastırılmış içerik, alt kuşakların hayatında tuhaf tekrarlarla, “yeniden sahnelemelerle” ortaya çıkar. Bu yüzden, hiç konuşulmamış aile sırları, yıllar sonra çocukların ve torunların seçimlerinde, korkularında, ilişkilerinde görünmeye başlar.
Nicolas Abraham’ın “hayalet” kavrayışı bu bağlamda anlamlıdır. Hayalet, ölümden geri dönen bir ruh değil; dile getirilemeyen suçluluk ve utanç duygusuna karşı ruhsal alanda icat edilen bir gölgedir. Toplumsal düzeyde de aynı şey geçerlidir. Varlık Vergisi, Ermeni tehciri, mübadele, Dersim, Maraş, Sivas, Trakya Yahudi olayları, 6–7 Eylül pogromu… Bunların çoğu, resmî tarih tarafından ya eksik anlatılmış ya da neredeyse hiç anlatılmamıştır. Bu durumda, travmanın ağır tortusu kolektif bilinçdışına çekilir; konuşulamadığı için “hayalet” hâlinde aramızda dolaşmayı sürdürür.
Güz Sancısı, tam da bu hayaletlerden biriyle yüzleşme girişimidir. 6–7 Eylül gecesi, Rumların evlerinin, dükkânlarının, kiliselerinin, mezarlıklarının sistematik olarak yağmalanması, kadınlara yönelik cinsel şiddet, emniyetin ve devletin fiilî ya da sembolik olarak geri çekilmesi… Bütün bunlar, yalnızca Rum toplumunun değil, Türkiye’de yaşayan herkesin belleğinde açılmış bir yara olarak duruyor. Panelin vurguladığı gibi, yeterince simgeselleştirilemeyen her süreç, eyleme vurulmaya daha yatkındır. Konuşamadığımız şey, başka biçimlerde patlar.

Film Evreni: Aşk Hikâyesi Arasından Geçen Pogrom
Güz Sancısı, Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı adlı romanından uyarlanan ve Giritlioğlu’nun “azınlıklar üçlemesi”nin son halkası olarak görülen bir film. İlk film Salkım Hanım’ın Taneleri Varlık Vergisi’ni, Güz Sancısı ise 6–7 Eylül Olayları’nı odağa alıyor. Demokrat Parti iktidarı, ekonomik sıkışma, Kıbrıs meselesi üzerinden yükselen milliyetçi retorik ve “Kıbrıs Türktür” sloganı, filmin tarihsel zeminini oluşturuyor.
Ancak film, tarihsel olayları kuru bir kronoloji olarak sıralamıyor. Pogromu, bir aşk hikâyesinin ve bir vicdan uyanışının içinden geçirerek anlatıyor. Behçet, güçlü bir iktidar figürünün oğlu; hukuk öğrencisi, ayrıcalıklı, babasının gölgesinde yaşayan, kolayca milliyetçi söyleme kapılabilen bir genç. Helena, Rum bir genç kadın; bir yandan oyuncak bebeklerle dolu odasıyla çocukluk ve masumiyeti, diğer yandan mesleği nedeniyle Yeşilçam’ın “serbest, tecrübeli Rum kadın” stereotipini çağrıştıran bir figür. Suat, kahyanın solcu, asi, her şeyin “şimdi” olduğunun farkında, kendini var etmeye çalışan on iki yaşındaki oğlu. Bilgin ise bu ağın içinde bir başka erk ve tanıklık noktası.
Panel, özellikle dört karakterin ortak bir özelliğinin altını çiziyor: Hepsi annesiz. Bu, sadece biyografik bir detay değil; annelik işlevinin (şefkat, koruma, güvenli bir iç mekân) sistematik olarak eksik bırakıldığını düşündüren simgesel bir boşluk.
Annelik, Babalık ve Devlet: Çatının Çöküşü
Psikanalitik kuramda annelik işlevi, çocuğa yalnızca fiziksel bakım sağlayan kişi olmakla sınırlı değildir. Anne, aynı zamanda çocuğun ilk sığınağı, ilk “güvenli mekânı”dır. Onun kucağı, sesi, kokusu, bakışı; dünyanın katlanılabilir olduğuna dair ilk kanıttır. Aynı zamanda anne, çocuğun hayatındaki ilk “öteki”dir: Onun varlığıyla çocuk, “ben” ve “sen” ayrımını öğrenmeye başlar.
Winnicott, “yeterince iyi anne” kavramıyla, bu işlevin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Annenin gerçek kaybı kadar, psikolojik olarak çekilmesi, depresifleşmesi, susması, donması da çocuk için sarsıcıdır. Çocuğun zihninde anne, uzak, sessiz ve ulaşılmaz bir figüre dönüşürse, dünya da soğuk, güvensiz ve tehditle dolu bir yer gibi algılanır.
Behçet, Helena, Suat ve Bilgin için annenin yokluğu, sadece kişisel bir eksiklik değil, panelde vurgulandığı gibi, toplumsal hafızanın “mekânsızlığı”na açılan bir metafordur. Sevgi, şefkat ve güvenli çatı işlevinin zayıfladığı yerde, yerini hızla baba otoritesi ve onun gölgesi almaya başlar. Babalık işlevi, sağlıklı olduğunda, gücü ve sınırı temsil eder; adaletle, yasayla, ölçüyle ilişkilidir. Ama baba, kendi narsistik yaralarını topluma yansıtan, hırçın ve cezalandırıcı bir figüre dönüştüğünde, hem ev içi hem de toplum düzeyinde yıkıcı sonuçlar doğar.
Burada devlet devreye giriyor. Panelde, devletin hem annelik hem babalık işlevini üstlenen bir kurum olarak düşünülmesi öneriliyor. Devlet, bir yandan vatandaşlarını koruyup kollamak, haklarını güvence altına almak, zor zamanlarda sığınabilecekleri bir çatı kurmak zorunda (annelik işlevi); öte yandan adaleti, yasayı, eşitliği ve gücü temsil etmek zorunda (babalık işlevi). Bu işlevlerin aksaması, yurttaşların kendilerini “öksüz” ve “yetim” hissetmelerine, dolayısıyla kolayca manipüle edilebilmelerine zemin hazırlıyor. 6–7 Eylül gecesinde polisin ve devletin neredeyse seyirci kalışı, bu işlevsel çöküşün dramatik bir örneği olarak filmde de görünür kılınıyor.
Hamam Böceği, Kan ve Su: Ötekileştirmenin Simgeleri
Panelin en çarpıcı çözümlemelerinden biri, Behçet’in hamam böceği öldürdüğü sahneler üzerine geliştirilen okuma. Hamam böceği, Behçet’in dünyasında sadece “pis bir böcek” değil; aynı zamanda, kendi içinde yüzleşemediği, tiksindiği, yok etmek istediği tarafın sembolü. Ne zaman babasıyla görüşse, onun otoriter, milliyetçi, dışlayıcı diliyle yeniden özdeşleşse; içindeki huzursuzluk artıyor. Bu huzursuzluk, hamam böceklerini öldürerek deşarj ediliyor. Sanki içindeki “pislikten” kurtulmak için dışarıda bir hedef bulmuş gibi.
Bu metafor, panelde Ruanda katliamına yapılan göndermeyle genişletiliyor. Ruanda’da Tutsiler için kullanılan “hamam böcekleri” söylemi, ötekileştirmenin, insanlıktan çıkarmanın, “yok edilebilir kılma”nın diliydi. Böcekleştirilen öteki, artık öldürüldüğünde “cinayet”in değil, “temizliğin” nesnesi hâline gelir. Filmde de bu küçük ölçekli hamam böceği sahneleri, makro ölçekteki pogromun psikolojik provası gibi çalışıyor.
Buna eşlik eden diğer imgeler, kan ve su. Rum evlerinin işaretlenmesinde kullanılan kırmızı boya, yalnızca teknik bir detay değil; yasak elmayı, saldırganlığı, damgalamayı ve günahı çağrıştırıyor. Behçet’in elinin kanaması ve bu kanı yıkama çabası, hem işlediği yasaktan duyduğu huzursuzluk hem de “günahıyla birlikte yeniden doğma” arzusunun sahnesi gibi. Suat’ın ölümünü izleyen sahnede evi basan su, Macbeth’in avuçlarından bir türlü temizleyemediği kanı hatırlatıyor: Yıkandıkça, görünen şey daha da koyulaşıyor. Arınma isteği, suçluluk duygusunu tamamen silemiyor; ama tam da bu imkânsızlık, vicdanın doğduğu noktayı işaret ediyor.

Kimlik, ötekileştirme ve nefretin psikolojik kökenlerini bir aşk hikâyesi üzerinden görünür kılıyor.
Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/
Dosya:G%C3%BCz_Sanc%C4%B1s%C4%B1.jpg
Azınlık, Çoğunluk ve Narsistik Yaralanma
Panel, nefretin sadece bireysel ilişkilerde değil, çoğunluk–azınlık düzleminde de nasıl üretildiğini tartışıyor. Azınlık, yalnızca sayısal olarak “az olan” değil; aynı zamanda, dinsel, etnik, kültürel ya da cinsel olarak normdan farklı olan, bu yüzden “öteki” konumuna itilmiş gruplar demek. Güz Sancısı, 6–7 Eylül gecesinde Rum azınlığın evlerinin, dükkânlarının, kiliselerinin, mezarlıklarının nasıl hedefe konulduğunu gösteriyor.
Bu saldırıların arka planında, yalnızca siyasi manipülasyon ya da ekonomik çıkar yok; aynı zamanda kolektif narsistik yaralanma da var. Örneğin Selanik’te Atatürk’ün evine atılan bomba haberi, “biz” imgesine yönelmiş bir saldırı olarak kodlanıyor ve bu yaralanma, hızla “bizden olmayanlar”a yöneltilmiş bir öfkeye dönüştürülüyor. Narsistik yaralanma, onarılmayı talep eden bir acı gibi; ama bu onarım çoğu zaman içe bakarak, suçlulukla yüzleşerek değil, ötekini yok etmeye çalışarak aranıyor.
Burada fanatizmle kimlik edinme mekanizması yeniden devreye giriyor. Kendisini yetersiz, başarısız, aşağılanmış hisseden birey, “yüce bir ulusun neferi”, “üstün bir dinin askeri”, “muzaffer bir liderin takipçisi” olarak bu hissi telafi etmeye çalışıyor. Böylece nefret, bir anda hem kişisel yarayı örtmenin hem de kolektif güç fantazisine katılmanın aracı hâline geliyor.
Özerk Benlik, Kardeşlik ve Yüzleşme İmkanı
Bütün bu tablo içinde panelin işaret ettiği tek çıkış, özerk benlik ve yüzleşme üzerinden düşünülüyor. Özerk benlik, insanın kendi hayatının direksiyonuna geçmesi demek: Ebeveynle, devletle, liderlerle, çoğunlukla körü körüne özdeşleşmek yerine, kendi duygusunun, kendi sorumluluğunun farkına varması. Böyle bir benlik yapısı, eksikliği ve kırılganlığı kabul edebildiği ölçüde, nefret duygusunu ötekine atmadan taşıyabilir.
Bu noktada kardeşlik kavramı da yeniden düşünülüyor. Kardeşlik, dışarıda bir düşmana karşı birleşerek kurulmaz. Gerçek kardeşlik, ancak farkın takdir edildiği, herkesin kendi açgözlülüğünü ve tiranlık arzusunu sınırlayabildiği bir sorumluluk alanında mümkün olur. Azınlıkla çoğunluk arasındaki ilişki, “sen de aslında bizdensin” diyerek asimilasyonla değil; “sen farklısın ve bu fark senin varoluş hakkını azaltmıyor” diyerek tanımayla iyileşebilir.
Bu iyileşmenin ön koşulu ise konuşmak. Panel, Freud’un “insanlar unutamadıkları için değil, hatırlamadıkları için hastalanırlar” sözünü hatırlatıyor. Toplumlar da öyle: Konuşulmayan, yüzleşilmeyen her olay, gelecekteki başka çatışmaların, başka nefret patlamalarının mayası olarak kalıyor. Güz Sancısı gibi filmler, bu yüzden sadece “sanatsal ürün” değil; kolektif terapi seanslarının ilk cümleleri olarak da görülebilir. Seyirci, karanlık salonda başkalarının hikâyesini izlerken, kendi hayaletleriyle de yüz yüze geliyor.
Sonuç: Kısıtlanmış Özgürlük ve Nefretin İnce Çizgisi
Panelin başlığı, “Nefretin Kaynağı: Kısıtlanmış Özgürlük”. Kısıtlanan yalnızca siyasal özgürlükler, ifade hakkı, örgütlenme hakları değil; aynı zamanda ruhsal özgürlük: Kendi olma, kendi eksikliğini kabul etme, kendi hayatının öznesi olma özgürlüğü. Çocuklukta otoriter, cezalandırıcı, kayıtsız anne–baba figürleri; yetişkinlikte adaletsiz ve eşitsiz siyasal yapılar, bireyin bu özgürlüğünü daraltıyor. Bu daralma, içinde biriken öfkeyi, nefreti, haseti besliyor. Nefret, bu yüzden sadece “bizim dışımızda” olan fanatiklerin değil; her birimizin iç dünyasında, uygun koşulları bekleyen bir potansiyel olarak düşünülmeli.
Güz Sancısı, 6–7 Eylül gecesinde yaşananları bir aşk hikâyesinin içinden geçirerek anlatırken, aslında şu soruyu soruyor: Ben, hangi koşullarda seyirci kalırım, hangi koşullarda suç ortağı olurum, hangi koşullarda ‘artık yeter’ derim? Panelin tartışmaları, bu soruyu psikanaliz, tarih, siyaset ve sinema üzerinden çoğaltıyor. Ötekileştirmenin, hamam böcekleri metaforunun, annesiz ve babasız bırakılmış benliklerin, narsistik yaralanmaların, travmanın ve hayaletlerin iç içe geçtiği bu tablo, bizi rahatsız ederek düşünmeye zorluyor.
Belki başlangıç için tek dürüst cümle şu olabilir: Ötekine duyduğumuz nefretin en az bir kısmı, kendimize tahammülsüzlüğümüzün gölgesidir. O gölgeyi görmeye cesaret ettiğimiz gün, hem filmdeki hem tarihteki hem de içimizdeki “güz sancısı”nın anlamı değişmeye başlayacaktır.
