Klasik Mantıktan Diyalektik Felsefeye Özdeşliğin Serüveni
Felsefenin mantıkla kesiştiği en temel ilke belki de budur: özdeşlik. “Bir şey, kendisiyle özdeştir.” Mantığın klasik formülasyonu bu kadar basittir. Ama bu sadelik, düşünmenin içsel dinamiğini açıklamaya yetmez. Çünkü düşünce ilerledikçe özdeşlik sabit kalmaz; dönüşür, sorgulanır ve hatta kırılır. Bu yazı, özdeşlik ilkesini hem klasik mantık çerçevesinde hem de diyalektik düşünce içinde ele alacak; Kant’tan Hegel’e, oradan Adorno ve çağdaş düşünceye kadar uzanan bir hattı izleyecek.
I. Mantıkta Özdeşlik: Aklın Sabit Noktası
Özdeşlik ilkesi, Aristoteles mantığından bu yana düşüncenin temelidir. “A, A’dır.” Bir nesne ya da önerme, kendi varlığıyla çelişemez. Bu, düşünmenin ön koşulu olarak kabul edilir. Çelişmezlik ve üçüncü hâlin imkânsızlığı ilkeleriyle birlikte mantığın üç temel yasasından biridir.
Bu ilke, özellikle Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde transandantal mantık düzleminde yeniden düşünülür: Özdeşlik, sadece nesnede değil, öznenin düşünme tarzında da işleyen bir zorunluluktur. Düşünme “ben”ini kuran şey, aslında bu ilkenin sürekli işleyişidir. Ama bu, aynı zamanda düşüncenin sınırıdır.
II. Kant’ta Özdeşlik: Transandantal Koşul mu, Sınır mı?
Kant için düşünmenin öznesi, kendini “Ben düşünüyorum” ifadesiyle kurar. Bu ifade, her deneyimin üzerinde yükseldiği transandantal bir zemindir. Ama dikkat: Bu “ben” bir özne değil, bir formdur. Ve bu formun işleyebilmesi için düşüncenin kendini kendisine özdeş kılması gerekir.
Ancak bu noktada Kant radikal bir fark yaratır: Bilgi nesnesi, yalnızca özne ile özdeş olduğu sürece bilinebilir. Yani özdeşlik, sadece mantıksal değil, epistemolojik bir ilkedir. Fakat bu, aynı zamanda bilgi sınırlarının da sebebidir. Çünkü düşünce, yalnızca özdeş olanı kavrayabilir; farklı olanı, aşkın olanı, bütünüyle “öteki”yi ise yalnızca düşünebilir ama bilemez.
III. Hegel’de Özdeşlik ve Çelişki: Aynı Olanın Olmayanla Diyaloğu
İşte tam burada Hegel devreye girer. Hegel’e göre, düşünce özdeşlikle başlayabilir ama orada kalamaz. Çünkü her özdeşlik, içinde kendi çelişkisini barındırır. “A, A’dır” ifadesi, ancak “A, A olmayanla ilişkili” olduğu sürece anlamlıdır.
Hegel’in Mantık’ı, bu çelişkinin evrimidir: Varlık ile başlar, bu saf özdeşliktir. Ama bu varlık, hiçbir belirlenim taşımadığı için aslında yokluk ile özdeştir. Ve bu çelişkiden oluş doğar. Hegel, özdeşliği diyalektiğin ilk momenti olarak tanımlar; ama onun değerini, yalnızca karşıtlıkla kazandığını ileri sürer.
Kısaca: Özdeşlik ancak çelişkiyle canlı kalır.
IV. Adorno’da Özdeşlik Eleştirisi: Akıl ve Şeyleşme
Adorno, Hegelci mirası sürdürür ama ona bir kırılma ekler. Özdeşlik ilkesini, modern toplumun düşünsel kapanmasının bir aracı olarak görür. Ona göre düşünce, nesneyi tanımak adına onu kendine özdeş hale getirir. Bu ise şeyin kendi özgünlüğünü bastırır.
Adorno’nun Minima Moralia ve Negatif Diyalektik’te öne çıkardığı fikir şudur: Her özdeşlik, bir tür zorlamadır. Çünkü var olan, asla tamamen düşünceye sığmaz. Düşünce, nesneyi tanımak isterken onu kavramsal bir kalıba sokar. Bu, düşünmenin doğal eğilimidir ama aynı zamanda onun etik sorumluluğudur: Nesneye zulmetmeden düşünmek mümkün müdür?
V. Çağdaş Düşüncede Özdeşlik: Farkın Direnci
Bugün özdeşlik, felsefi tartışmaların merkezinde değil belki, ama zemini hâlâ onun üzerine kuruludur. Derrida, Deleuze ve Nancy gibi düşünürlerde, özdeşliğin yerine fark, iz, çokluk, oluş gibi kavramlar geçer. Ancak bu kavramlar, hep bir özdeşlik eleştirisi üzerine yükselir.
Deleuze, özdeşliği “farkı bastıran temsil” olarak görür. Fark, artık iki şey arasındaki fark değildir; kendi içinde farklı olandır.
Derrida için her özdeşlik, aslında gecikmiş bir farktır. “Şimdi” yoktur; her kimlik, ertelenmiş ve bölünmüş bir fark üzerinden oluşur.
VI. Diyalektik Sonuç: Özdeşliğin Ötesinde Düşünmek
Tüm bu gelenek bize şunu gösteriyor:
Özdeşlik düşüncenin gereğidir, ama mutlaklığı onun felaketidir.
Felsefe, ancak özdeşliği çelişkiyle, farkla ve tarihle ilişkilendirerek canlı kalabilir.
