Dışsallık Fikri ve Doğanın Mantıksal Sahnesi
Hegel’in doğa felsefesi, mantığın doruk noktası olan “Idea”nın kendini dışsallaştırmasıyla açılır. Bu dışsallaşma, kavramın kendi içsel birliğini kaybetmesi anlamında bir düşüş değildir; fakat kavramın, kendini kendisi için saydam kılan iç deviniminden, çokluk, ayrıklık ve rastlantı görünümüne geçişi demektir. Hegel bu durumu “dışsallık” terimiyle adlandırır: Doğa, kavramın kendine eşdeğer olduğu tin alanından farklı olarak, belirlenimlerin birbirine dışsal bulunduğu, zorunluluğun görünüşte kopuk, dağınık ve çoğu kez ancak deneysel bağıntılarla yakalandığı bir düzendir. Doğa felsefesinin görevi, bu dağınıklık içinde mantığın izini sürmek, yani dışsallığın biçimleri arasındaki geçişleri kavramsal zorunluluğa bağlamaktır. Bu, bir doğa bilimi olma iddiası değildir; doğa bilimlerinin yerini almak da değildir. Hegel’in yaptığı, bilimin sunduğu malzeme ve gözlemleri, Idea’nın kendi hareketiyle ilişkilendirerek, doğanın “nasıl düşünülmesi gerektiği”ne dair bir şema vermektir. Bu şema, “mekanik–fizik–organik” üçlü ilerleyişiyle, doğada zorunluluğun giderek içkinleştiği, dışsal birlikten içsel birliğe, özdeşlikten kendi içinliğe doğru yükselen bir diziyi ifade eder. Aşağıda bu üç halkayı, aralarındaki geçişin mantığını ve her halkada belirginleşen yapıyı izleyerek, Hegel’in doğa tasarımını bütünlüklü biçimde ortaya koymaya çalışacağım.
Mekanik: Mekân, Zaman, Hareket ve Dış Birlik
Doğa felsefesinin ilk basamağında “mekanik” başlığı, mekân ve zamanın soyut belirlenimlerinden başlayan ve hareketin en genel, en dışsal ilişkilerini kavrayan bir alanı adlandırır. Mekân, saf dışsallık olarak, noktaların birbirine dışsal yer kaplamasıdır; zaman, bu dışsallığın olumsuzlanmış, akıp giden bir-ardından-bir halidir. Hegel’in diliyle, mekân “özdeşliğin dışsallaşması”, zaman ise “özdeşliğin kendini olumsuzlamasıdır.” Hareket, bu iki belirlenimin birliğini sahneye getirir: Hareket eden nesne, bir yandan mekânsal yer değiştirir, öte yandan bu değişim zamanın akışıyla zorunlu olarak bağlanır. Mekanik dünyada ilişkiler, nesnelerin kendi içlerinden ziyade, dış güçlerin ve devinim yasalarının oluşturduğu bağlantılarla kurulur; çekim, itme, eylemsizlik, hız ve ivme gibi kategoriler, nesneler arasındaki bağıntıları düzenler. Hegel açısından burada kayda değer olan, mekanik yasalılığın sağladığı hâkimiyet kadar, bu yasalılığın “dış birlik” olarak kalmasıdır: Kütlenin, hızın, kuvvetin bağıntıları, nesnenin kendi-içinden belirlenmesinden ziyade, dışsal bir denklemler ağında kazanılır. Bu, mekanik düşünüşü küçümseme değil, onun ontolojik yerini tayin etme çabasıdır: Mekanik zorunluluk, kavramın iç zorunluluğu değil, bağıntıların soyut zorunluluğudur.
Burada bir başka nokta da “yer” ve “hareket”in denkliği üzerine yapılan uyarıdır. Mekanik, değişmez ölçülerle tasarlanmış bir mekân kavrayışını ve homojen bir zaman düşüncesini varsayar; bu varsayım, yasaların evrensellik iddiasının zeminidir. Fakat Hegel, bu evrenselliğin mantıksal bir “içerik” değil, “form” olduğunu vurgular: İlişki türü dışsaldır. Bu nedenle mekanik düzeyde tek tek cisimlerin bireyselliği, onların kendi-içlerinden kaynaklanan bir iç düzenekle değil, konum ve kütle gibi dışsal belirlenimlerle ifade edilir. Bu, doğa biliminin verimliliğini zedelemez; fakat doğanın mantıksal yükselişinde, mekanik düzeyi “başlangıç” kılar: Zorunluluk henüz içkinleşmemiştir, birlik dışarıdan kurulur. Mekanik sahnede karşılaşan cisimlerin ilişkisi, kendi-içlerinden doğan amaçlı bir birlik oluşturmaz; ilişki, doktrinel olarak “nedensel”dir, ama teleolojik değildir. “Mekanik”in doğa felsefesindeki yeri, işte bu dış birlik ve dış zorunluluk karakteriyle belirlenir.
Fizik: Niteliklerin Sahnesi, Etkileşim ve Kimyasal Süreç
İkinci basamak, “fizik” başlığı altında, niteliklerin belirginleştiği, etkileşimlerin salt geometrik-kinematik yasaları aşarak özgül nitel düzenlere bağlandığı bir sahnedir. Hegel burada “ışık, ısı, elektrik, manyetizma” gibi alanların mantıksal yerini düşünürken, bunları bir katalog gibi sıraya dizmekten çok, niteliklerin birbirine dönüşüm ilişkisini ve bu dönüşümlerin doğurduğu içsel bağlılığı önemser. Mekanikte dış birlik hâkimken, fizikte bir tür “içsel etkileşim” ağı kurulur: Cisimlerin yalnızca yer değiştirmesi değil, birbirine nitel etkilerde bulunması, çözünmesi, birleşmesi, kimyasal süreçlerde kendilerini tüketip yeni bileşimler üretmesi söz konusudur. Bu düzeyde belirlenim “nitel”dir; cisim, sadece kütlesiyle değil, ısıl, elektriksel, kimyasal özellikleriyle kendini gösterir. Zorunluluk, artık yalnız koordinat değişimlerinin matematiğinde değil, nitel dönüşümlerin izlenebilir düzeninde aranır.
Kimyasal süreç Hegel’e göre bu düzeyin doruk örneğidir. Çünkü burada bir “ilişki” olarak dışsal bağ değil, karşılıklı tüketim ve yeniden belirlenme söz konusudur: Bileşenler, reaksiyon içinde kendilerini olumsuzlar ve yeni bir birlik kurarlar; bu birlik, bileşenlerin basit toplamı değil, yeni bir nitel bütünlüktür. Fizik alanın mantığı, böylece “etki–tepki”nin ötesine uzanır; nitelik, kendini başka nitelikler üzerinden sürdüren ve dönüştüren ilişkiler ağına dönüşür. Bu bağlamda Hegel’in fizikte izini sürdüğü zorunluluk, hâlâ dışsallığın sınırları içindedir; çünkü nitel ağ, öznenin kendi-içinden amaç koyması anlamında bir içkin birlik değildir. Yine de mekanikten fiziğe geçiş, zorunluluğun doğada daha “içeriden” görünür hale geldiği bir eşiktir: Bağıntılar, artık yalnız konumlarla değil, içeriksel dönüşümlerle kurulur; nesne, kendi “nitel akrabalıkları” içinde tanınır.
Fiziğin bu mantıksal profilinde, Hegel mekanik indirgemeciliğe karşı temkinli ama net bir tutum alır. Mekanik yasa, elbette fizik süreçleri bir ölçüde düzenler; ancak nitel dönüşümler yalnızca mekaniğin kavramsal dağarcığıyla tüketilemez. Isının, elektriğin, kimyanın, yalnız nicel ilişkiler olmadığını, kendi iç bağıntı örüntülerine sahip nitel devinimler olduğunu vurgular. Bu vurgu, modern bilim adına bir rekabet iddiası değildir; aksine, bilimsel alanların farklı soyutlama düzeylerine mantıksal bir yer tayinidir. Nitel belirlenimlerin birbirini aşan ve dönüştüren hareketi, doğanın dışsallığı içinde dahi, bir tür “iç bağlılık” yaratır; fakat bu bağlılık, “amaç” adına konuşan bir birlik değildir. Doğa hâlâ kavram için saydam değildir; yalnızca kavram tarafından yorumlanabilir ipuçları sunmaktadır.
Organik: Yaşamın İç Birliği, Bireysellik ve İçkin Amaçlılık
Üçüncü basamak, Hegel’in “organik” dediği, yaşamın sahnesidir. Burada karşımıza çıkan birlik, mekaniğin dış birliği ya da fiziğin nitel etkileşim ağı değildir; organizma, parçalarının bütün için ve bütünün parçalar için olduğu içkin bir amaçlılıktır. Hegel için yaşam, “kavramın kendine eşdeğer olduğu” bir birlik türü olarak belirir: Organizma, kendini sürdürür, kendini onarır, kendi iç farklılıklarını bütünün yararı için düzenler ve dış çevreyle madde alışverişi yoluyla varlığını sürdürür. Bu düzeyde parçalar, bütünden bağımsız işlevler olarak değil, bütüne göre anlam kazanır; dolaşım, solunum, sinirsel örgütlenme, sindirim gibi işlev farklılaşmaları, yalnızca bir araya gelmiş süreçler dizisi değil, bir “bireysellik” mantığının görünüşleridir. Hegel’in ünlü üçlü ayrımı da burada devreye girer: jeolojik-organik (yeryüzünün canlılığa ortam sağlayan bütünlüğü), bitkisel-organik (yaşamın eksternal, ışıma ve büyüme ağırlıklı formu) ve hayvansal-organik (iç merkezleşme, duygulanım, uyarılabilirlik ve hareket yeteneğiyle belirginleşen form). Bu üç halka, yaşamın içkin amaçlılığının farklı yoğunluk derecelerini gösterir.
Bitkisel yaşam, Hegel’e göre yaşamın “kendini dışa bırakan” tarzıdır. Büyüme ve türün sürdürülmesi baskındır; organizma, iç merkezleşmesini sınırlı ölçüde kurar. Hayvansal yaşamda ise iç merkezleşme güçlenir; organizma, dış dünyayı yalnızca alınan–verilen madde olarak değil, duyumsal ve sinirsel bir merkezden deneyimler. Duyum, uyarılabilirlik, hareket, bu iç merkezin göstergeleridir. Hayvanın metabolizması, mekânda yer değiştirmesi, av ve kaçış dinamikleri, tür içi ilişki biçimleri, hepsi bireysel iç merkezin dışa açılışlarıdır. Organik birey, kendini yalnız madde alışverişiyle değil, “kendi için” bir birlik olarak korur. Bu düzeyde amaçlılık “dışarıdan takılmış” bir hedef değildir; organizma, bizzat kendi varlığını sürdürmeyi amaç edinmiş bir süreçtir. Hegel’in organik tasarımının gücü, bu içkin amaçlılığı metafizik bir “dış telos”a bağlamadan düşünmesidir: Teleoloji, burada kavramın kendine dönüşünün doğal figürüdür.
Organik düzeyin doruk noktası, bireyin yaşamı ile türün yaşamı arasındaki gerilimde görünür. Birey kendi yaşamını sürdürür, fakat türün sürekliliği için de kendini aşar; üreme, bireyin ötesine uzanan bir amaçlılık olarak belirir. Ölüm ise organik bireyin kendi üzerine kapanmış birliğinin çözülmesidir; birey sonlanır, tür sürer. Hegel açısından ölüm, yaşamın kavramına içkindir: Organizma, kendi-iç bütünlüğünü yalnızca bir süre için koruyabilir; bu bütünlük çözülür ve süreç, başka bireyler üzerinden devam eder. Bu kavrayış, organik düzey ile tin düzeyi arasındaki eşikte önemli bir felsefi işaret taşır: Bireyin sonluluğu ve türün sürekliliği, tin alanında bireysel bilinç ile ortak yaşamın kurumları arasındaki ilişkiye düşünümsel bir zemin hazırlar.
Geçiş: Doğa ile Tinin Eşiği ve İçkin Teleolojinin Dersleri
Hegel’in sisteminde doğa ve tin yan yana duran iki bölüm değildir; doğa, tinin öncesi veya malzemesi olarak değil, Idea’nın dışsallaşmasının zorunlu bir merhalesi olarak düşünülür. Organikte kavramın içkin amaçlılığı görünür hale geldiğinde, tin sahnesine geçişin koşulları oluşur; çünkü tin, kendine saydam olan kavramın, bireysel bilinçte ve toplumsal kurumsallıkta yeniden kuruluşudur. Bu geçiş, kronolojik bir “önce doğa sonra tin” sıralaması değil, mantıksal bir “yeterlik” ilişkisidir: Doğa tinin nedeni değildir; ama tinin kendini gerçekleştirmesi, doğanın sunduğu dışsallık üzerinden ve onun içkin bütünlüğünün dersleriyle mümkün olur.
Bu eşikte, doğa felsefesinin iki temel dersi tin felsefesine taşınır. Birincisi, dışsallığın sınırı: Doğa, belirlenimlerin birbirine dışsal olarak kalabildiği, rastlantının ve zorunluluğun iç içe geçtiği bir sahnedir. Tinde ise kavram, kendine saydamlaşır; dışsallık, anlam içinde eritilir. İkincisi, içkin teleoloji: Organik düzeyde görülen “parçaların bütün için, bütünün parçalar için” olması, tinde kurumların birey için, bireyin kurumlar için olduğu etik yaşam düşüncesine ilke sağlar. Hegel’in aile–sivil toplum–devlet üçlemesi, doğanın organik dersini, özgürlüğün kurumsal biçimleri olarak yeniden yazar. Böylece doğa felsefesi, sistemde yalnız “ilk bölüm” olmakla kalmaz; tinin kavramsal mimarisine malzeme ve ilke taşır.
Yöntem Üzerine: Spekülatif Rekonstrüksiyon, Bilimle Diyalog ve Eleştirel Mesafe
Hegel’in doğa felsefesini çağdaş bilimin bulgularıyla doğrudan karşılaştırmak, iki tarafın da doğasını gözden kaçırma riskini taşır. Hegel, laboratuvar kurmaz; hipotez–deney döngüsüyle ilerlemez. Onun yöntemi, spekülatif rekonstrüksiyondur: Bilimin sunduğu malzemeyi ve deneysel doğrulukları, mantığın kavramlarıyla ilişkilendirir, doğadaki ilerleyişi kavramsal bir zorunluluk çizgisine yerleştirir. Bu nedenle Hegel’in örnekleri—ışık, elektrik, manyetizma, kimyasal süreçler, organik işlevler—bilimden alınmış görünse de, bir “kanıtlama” işlevi değil, bir “örnekleme” işlevi görür. Doğa bilimi ve doğa felsefesi aynı şeyi yapmaz; fakat birbirini dışlamak zorunda da değildir. Doğa felsefesi, bilime bir doktrin dayatmaz; bilimin soyutlama düzeylerine mantıksal bir yer tayin eder ve indirgemeci yanlış anlamaları önlemeye çalışır. Mekanik yasanın nitel dönüşümleri “açıklamak” için yeterli olmayabileceğini, kimyasal süreç ile organizmanın farklı soyutlama düzeyleri talep ettiğini hatırlatır. Bu hatırlatma, bilime karşı değil, bilim için bir ölçüdür: Her düzey, kendi mantıksal düzenine uygun kavramlarla ele alınmalıdır.
Bu yöntemsel uyarının olumsuz karşılığı da vardır: Spekülatif rekonstrüksiyon, çağının bilimsel bilgisiyle sınırlıdır ve örneklemelerinde yanılabilir. Hegel’in doğa felsefesinin değeri, tek tek bulguların doğruluğunda değil, mantıksal mimarinin sağlamlığındadır. “Mekanik–fizik–organik” üçlüsü, bilimsel ayrıntıların ötesinde, düşünmenin düzeylerini belirler: dış birlikten içsel etkileşime, oradan içkin amaçlılığa. Bu düzeyler, bugün de disiplinler arasında geçiş düşünmenin, indirgeme ile açıklama arasındaki gerilimi yönetmenin, modeller arası tercümeyi yapmanın kavramsal araçlarını sunar. Hegel’in uyarısı, nihayetinde şudur: Bir düzeyin başarısı, diğer düzeyin gereksizliğini kanıtlamaz; zorunluluk, farklı soyutlama katlarında farklı biçimlerde görünür.
Sonuç: Dış Birlikten İçkin Amaçlılığa—Doğada Zorunluluğun İzini Sürmek
Hegel’in doğa felsefesi, kavramın dışsallaşmasıyla açılan bir sahnede, zorunluluğun giderek içkinleştiği bir ilerleyişi düşünmeyi önerir. Mekanik düzeyde zorunluluk, dış birlik ve dışsal bağıntılar halinde belirir; cisimlerin yer değiştirmesi, güç ilişkileri ve hareket yasaları, doğanın soyut düzenini verir. Fizik düzeyde nitel dönüşümler, etkileşimler, kimyasal süreçlerin karşılıklı tüketim ve yeni bütünler üretme hareketi, bir “iç bağlılık” duygusu yaratır; nedensellik, salt yer değişiminin matematiğini aşarak içeriksel dönüşümün mantığına genişler. Organik düzeyde ise amaçlılık içkinleşir; organizma, parçalarının bütün için, bütünün parçalar için olduğu bir birlik kurar, kendini sürdürür ve türün sürekliliğine bağlanır. Bu üçlü dizi, doğanın rastlantı ve dışsallık içinde görünen düzenini, mantığın zorunluluğuyla ilişkilendirir: Bir düzeyin başarısı, diğerinin gereksizliğini değil, tamamlanmamışlığını gösterir; her düzey, bir sonrakinin koşulunu hazırlar.
Bu şema, ne bir doğa bilimi programıdır ne de bilime alternatif bir evren açıklaması. Hegel’in iddiası, düşünmenin kendi üzerine kapanmak yerine, doğanın çok katmanlı düzenlerini kavramsal bir ilerleyiş içinde yeniden kurabileceğidir. Böylece doğa felsefesi, indirgemecilik ve keyfî çoğulluk arasında, bir “geçiş” düşüncesi sunar: dış birlikten iç bağlılığa, oradan içkin amaçlılığa geçiş. Son söz, bu geçişin tinin sahnesine açtığı kapıyla ilgilidir. Eğer doğada kavramın izleri, organik bireysellikte en parlak biçimde görünür oluyorsa, tin felsefesi bu parlaklığı bilinç, kültür ve kurum düzeyinde yeniden kurmanın çabasıdır. Doğa felsefesi, böyle bakıldığında, yalnız sistemin birinci kitabı değil; özgürlüğün kurumsal düşüncesine götüren yolun ilk taşlarıdır. Dışsallıkta kaybolmamak, içkin amaçlılığı doğadan öğrenerek tinde kurmak—Hegel’in bütünlük düşüncesi tam da bu hareketle ciddiyet kazanır.