Kant’ın soyut ödevinden tarihin ve toplumsal yaşamın somut hareketine
Kant, modern düşüncenin en keskin kopuşlarından birini kurmuştu: “olan” ile “olması gereken” arasındaki hat, artık kolayca aşılabilir bir geçiş olmaktan çıkmış, ahlâkın kaynağı doğanın içinden değil özgür öznenin pratik aklından türetilmişti. Bu hamle, Hume’un is/ought ayrımının felsefi ciddiyetini kabul ederek yapılan bir modernleşmeydi: “olan”dan “olması gereken” çıkmaz; o halde “olması gereken”in kaynağını başka yerde, yani özgürlüğün özerk yasasında aramak gerekir. Kant böylece ahlâkı metafiziğin yerleşik doğa anlayışından çekip alır, onu rasyonel öznenin yasa-koyma etkinliğine bağlar ve modern etiğin merkezine “ödev”i yerleştirir. Fakat Kant’ın bu kurucu jesti aynı zamanda bir gerilim üretir: pratik aklın evrensel yasası tarihsel ve toplumsal dünyada hangi içeriklerle somutlaşacaktır? Ödevin biçimi evrenseldir ama yaşamın içeriği farklılaşır, çatışır, kurumlar ve tarih içinde şekillenir. Ödevin salt biçimini taşımak, insanı özgür kılar; ama özgürlüğün dünyadaki gerçekliği hâlâ bir sorun olarak durur.
Hegel’in düşüncesi tam bu noktada açılır. O, Kant’ın kurduğu modern ayrımı geriye çevirmeye çalışan bir gerici değildir; tersine, Kant’ın modern özneyi özgürlük fikri üzerinden kurmasını, felsefenin geri dönüşsüz bir kazanımı olarak görür. Ancak Hegel’e göre Kant’ın sistemi, özgürlüğün gerçekliğini kavramakta eksik kalır; çünkü özgürlüğü büyük ölçüde öznenin içsel yasa-koyma kapasitesiyle sınırlamıştır. Oysa insan yalnızca iç dünyasında yasaya uyan bir vicdan varlığı değil, tarih içinde yaşayan, başkalarıyla ilişkiler kuran, kurumlar içinde şekillenen ve bu kurumları dönüştüren bir varlıktır. Kısacası Hegel, Kant’ın “ödev”ini reddetmez; onu tarihselleştirir, toplumsallaştırır ve olgusal hayatın içinden tekrar kurar. Böylece modern kırılmanın içinde norm ile olgunun nasıl yeniden bağlanabileceğini gösterme iddiası taşıyan bir felsefi strateji geliştirir.
Hegel’in yolu, Kant’taki “ahlâk yasası”nı doğaya indirgemek değildir; onun hedefi, ahlâk yasasının dünyada yaşanan bir gerçeklik haline gelmesini sağlamaktır. Bu yüzden Hegel, Kant’ı “formalizm” ile suçlar: Kant’ın ahlâk yasası biçimsel olarak güçlüdür, fakat içerik bakımından “boş” kalma riskini taşır. Çünkü yasa, iyi niyetin saflığına bağlandıkça, yaşamın karmaşık tekilliğinde ne yapacağımızı belirleyecek somut bir içeriğe dönüşmeyebilir. Hegel’e göre salt biçim, ahlâkı “ödev uğruna ödev”e indirger. Bu indirgeme, insanı dünyaya yerleştirmek yerine onu dünyadan geri çeker; ödev, gerçek hayatta hangi tarihsel-toplumsal koşullar içinde kurulduğunu unutur. Bu unutma ise modern özneyi içe kapanmış bir vicdan monoloğuna yaklaştırır. Hegel’in temel iddiası şudur: özgürlük, yalnızca içsel bir yasa-koyma edimi değil, “yaşanan dünya” içinde kendini kuran tarihsel bir pratiktir.
Kant Eleştirisinin Zemini: “Boş Ödev” ve “Güzel Ruh”
Hegel’in Kant’la polemiği doğrudan “ahlâk karşıtlığı” değildir; o, Kant’ın modern ahlâkın biçimsel üstünlüğünü kabul eder. Fakat Kant’ın evrensel yasası, Hegel’e göre, içeriğini gerçek hayattan alamadığı ölçüde, insanın somut eylem alanını belirleyemez. Kant’ın kategorik imperatifi, “öyle davran ki, eyleminin ilkesi evrensel yasa olabilsin” der. Hegel bu formülün düşünsel değerini teslim eder; ama sorar: Bu evrensel yasa olma ölçütü, somut tarihsel durumlarda nasıl bir içerik verecek? Yasa, içerik boşluğuna düşerse, özne kendi içindeki “iyi niyet”e sığınır ve kendini ahlâkî sayar; fakat bu iyi niyetin dünyayı dönüştürme gücü belirsizleşir.
Bu noktada Hegel, Kantçı ahlâkın tehlikeli bir figür ürettiğini söyler: “güzel ruh.” Güzel ruh, içsel saflığını korumayı dünyaya karışmaktan daha değerli gören, eyleme bulaşınca kirlenmekten korkan vicdan tipidir. O, kendi içindeki ahlâk yasasını bütünüyle doğru kabul eder; fakat bu yasayı hayatta gerçekleştirmek yerine, yasayı “içeride” taşıyarak kendini temize çıkarır. Böylece norm, olguya temas etmeme ayrıcalığı edinir; olgusal dünya kirli, bozuk ve yanlış sayılırken, normun saflığı içsel bir arınma alanına dönüşür. Hegel’e göre bu, modern ahlâkın içine düşebileceği en büyük paradokstur: ahlâk, eylemsizliğin gerekçesi haline gelir. Bir başka ifadeyle, Kant’ın soyut ödevi, kendini hayata katmaktan kaçınan bir vicdani konfor üretir. Hegel bu konforu dağıtmak ister; çünkü ona göre ahlâk, yalnızca niyetin doğruluğu değil, dünyanın içinde gerçekleşen bir özgürlük biçimidir.
Burada Hegel’in Kant eleştirisi Hume hattına da bağlanır. Hume, “olan”dan “olması gereken” çıkarılamaz dediğinde, normla olguyu ayırmış ve normun “duygu/alışkanlık/yarar” zeminlerinde açıklanabileceğini ima etmişti. Kant, normu olgudan kopararak pratik akla taşımıştı. Hegel ise, bu kopuşu inkâr etmeden, kopuşun kendisini tarihsel bir hareket olarak anlamaya girişir: norm, olgudan türemese de, olgusal hayatın içindeki çatışmalarla şekil kazanır. Normun saflığı, olguya sırt çevirmeye değil, olguyla gerilim içinde yeniden yapılanmaya dayanır.
Özgürlük Bir “İç Durum” Değil, Tarihsel Bir Gerçekliktir
Hegel’in bütün bu tartışmayı taşıdığı ana kavram “özgürlük”tür. Kant’ın özgürlüğü, öznenin kendi kendine yasa koyabilmesi anlamına gelir; bu, modern ahlâkın kurucu çekirdeğidir. Hegel ise özgürlüğün sadece bir “iç durum” olmadığını, ancak tanınma, ilişki ve kurum içinde gerçek hale geldiğini savunur. İnsan, tek başına bir adada yaşayan yasa-koyucu değil, başkalarıyla birlikte yaşayan bir tarih varlığıdır. Bu yüzden özgürlüğün ölçüsü, benim içimdeki yasa ile sınırlanamaz; özgürlük, başkasının özgürlüğüyle karşılaşma biçimimde kendini kurar. Hegel’in “tanınma” düşüncesi burada belirleyicidir: özne, kendini ancak ötekinin bakışı içinde, öteki tarafından tanındığında somut olarak var eder.
Bu fikir, Hegel’in fenomenolojisinde sahneye konan ünlü “efendi-köle diyalektiği” ile düşünülür. Burada amaç, tarihsel bir kölelik anlatısını romantize etmek değildir; Hegel, öznenin kendilik bilincinin ancak bir mücadele, bir karşılaşma ve bir tanınma gerilimiyle geliştiğini gösterir. Özne yalnızca içsel bir “ben” değildir; “ben” dediğim şey, bir toplumsal-tarihsel ilişkiler ağında ortaya çıkar. Bu demektir ki, normatif benlik de soyut bir iç yasa olarak değil, bu ilişkiler ağında somutlaşan bir yaşam düzeni olarak anlaşılmalıdır. Özgürlük, bana “ne yapmam gerektiğini” içten fısıldayan soyut yasadan değil, başkalarıyla kurduğum somut ortak yaşamdan güç kazanır.
Dolayısıyla Hegel, ahlâkı yalnızca öznenin niyetine bağlamayı yetersiz bulur. İyi niyet, özgürlüğün başlangıcı olabilir; ama özgürlüğün gerçekliği, niyetin tarih içinde bedene büründüğü yerlerde ortaya çıkar. Bu bedene bürünme, kurumlar aracılığıyla gerçekleşir. Hegel, burada Kant’a karşı şu soruyu sorar: Eğer ödev yalnızca içsel, biçimsel bir yasa ise, bu yasa hangi dünyada yaşayacak? Bir yasayı gerçekten “yasaya dönüştüren” şey, onun toplumsal bir hayatta iş görmesidir. Bu yüzden Hegel için ahlâk, dünyadan kaçış değil, dünyada özgürlüğün kurulmasıdır.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/wiki
/File:Georg_Wilhelm_Friedrich_Hegel00.jpg
Soyut Hak – Ahlâk – Etik Yaşam: Özgürlüğün Üç Uğrağı
Hegel, özgürlüğün somutlaşmasını üç büyük uğrak üzerinden düşünür: soyut hak, ahlâk ve etik yaşam. Bu üç uğrak birer “basamak” gibi anlaşılmalıdır ama mekanik bir sıralama değildir; diyalektik bir gelişimdir.
Soyut hak düzeyinde özgürlük, bireyin bir kişi olarak tanınmasıyla başlar. Burada hukuk devreye girer: mülkiyet, sözleşme, kişilik hakları. Bu düzey Kurucu modern momenttir; çünkü birey ilk kez “yasaya tabi bir kişi” olarak tanınır. Fakat soyut hak, özgürlüğün sadece biçimsel kabuğunu verir; o, insanı “kişilik” olarak tanır ama insanın etik içeriğini henüz taşımaz.
Ahlâk (Moralität) düzeyinde özgürlük, öznenin niyeti ve vicdanı üzerinden düşünülür. Kantçı moment burada belirir: özne, “iyi niyet” ve “ödev” ile kendi eylemini yargılar. Hegel, ahlâk düzeyini küçümsemez; tersine, modern öznenin vazgeçilmez kazanımı sayar. Ancak ahlâk düzeyi tek başına kaldığında özne kendi içsel yasasına kapanabilir. Kendi niyetiyle haklı olduğunu düşünürken, toplumsal hayatın gerçekliğini dışarıda bırakabilir. Hegel’in güzel ruh eleştirisi tam da bu riske yöneliktir.
Etik yaşam (Sittlichkeit) düzeyinde ise özgürlük artık yalnızca kişi ya da vicdan değil, yaşanan bir toplumsal düzen halini alır. Aile, sivil toplum ve devlet, etik yaşamın üç temel alanıdır. Bu alanlar, özgürlüğün “ikinci doğasıdır.” İkinci doğa demek, insan eliyle kurulmuş ama insanın yaşamını doğal bir çevre kadar belirleyen tarihsel formlar demektir. İnsan ancak bu formların içinde özgürlüğü gerçek kılar. Ödev, burada bir soyut formül değil, yaşayan bir etik düzen olarak ortaya çıkar.
Hegel’in amacı Kant’taki ahlâk yasasını silmek değil, onu etik yaşamın dokusu içine yerleştirmektir. Çünkü Hegel’e göre vicdani yasa, ancak kurumlar içinde somutlaştığında toplumsal gerçeklik haline gelir. Ödev, tek tek bireylerin içindeki iyi niyetle değil, ortak yaşamın içinde kurulan pratiklerle güç kazanır. Böylece normla olgu arasındaki modern kırılma, bir “barışma” adı altında silinmez; ama norm, olguyu dışarıdan yargılayan aşkın bir ölçüt olmaktan çıkar, olgunun içinden yürüyen bir tarihsel akıl haline gelir.
Tarihsel Akıl: Normun Olgudan Kopmadan Yükselmesi
Hegel’in norm-olgu ilişkisini yeniden kurmasının kalbinde “tarihsel akıl” düşüncesi vardır. Kant normu pratik akılda kurmuştu; Hegel normun akılsal karakterini kabul eder, fakat aklı tarihselleştirir. Akıl, saf bir gök ilkesi değil, tarihin içindeki çelişkilerden doğan bir hareket biçimidir. Bu, normun “olgulardan türediği” anlamına gelmez. Norm olgudan türemez; ama olgunun içindeki çelişkiler normu zorunlu kılar. Tarih, mevcut olan ile olması gereken arasındaki gerilimle ilerler. Olan, kendi içindeki sınırlarını gösterir; bu sınırlar yeni bir düzen ihtiyacını doğurur; yeni düzen, bir süre sonra “olan” haline gelir. Böylece “olması gereken”in tarihsel bir zorunluluk olarak belirdiği görülür.
Bu süreç Hegel’in “Aufhebung” dediği diyalektik harekettir: aşma-koruma. Bir tarihsel biçim, kendi çelişkileri tarafından aşılır; ama bütünüyle yok olmaz. Eski biçimin belirli bir rasyonelliği korunur ve yeni biçimde daha yüksek bir düzene katılır. Normla olgu arasındaki bağ böyle kurulur: norm, olgunun dışına fırlatılmaz; olgunun içindeki çelişkiyle doğar, onu aşar, ama olgunun bir öğesini yeni düzende taşır. Dolayısıyla Hegel’de is/ought ayrımı, tarihin motoru haline gelir. Hume’un işaret ettiği kopuş, Kant’ın kurduğu ödev formunda kalmaz; tarihin kendi hareketinde yeni bir eklemleniş kazanır.
Hegel bunu yalnızca kavramsal düzeyde değil, tarihsel örneklerle de düşünür. Örneğin Fransız Devrimi, Kantçı evrensel özgürlük yasasının tarih içindeki patlayışıdır. Eşitlik ve özgürlük norm olarak ortaya çıkar; fakat devrim, aynı zamanda kahredici bir şiddete ve “terör”e de dönüşür. Hegel burada normun olgudan bağımsız bir safiyetle yürütülemediğini gösterir: norm tarihselleşince çelişkilerle karşılaşır, yanlış biçimler alabilir, kendi aşırılığını üretebilir. Ama bu aşırılık bile tarihin ilerleyişinin bir parçasıdır; çünkü özgürlüğün yeni biçimlere evrilmesini zorunlu kılar.
Bu noktada Hegel’in yaklaşımı Kant’tan belirgin biçimde ayrılır. Kant, olgusal dünyayı ahlâk yasasının karşısında eksik ve kusurlu bir alan olarak görüyordu; yasa, bu dünyaya dışarıdan bir ölçüt getiriyordu. Hegel ise olgusal dünyayı “özgürlüğün henüz tamamlanmamış tarihi” olarak okur. Olgu, normun düşmanı değil, normun oluştuğu hareket alanıdır. Norm bir gökten inmez; tarih, normu üretir ama aynı anda normun sınandığı yerdir. Hegel’in modernliği burada yatıyor: normu tarihin dışına taşımadan, normu tarih içinde sürdürmek.
Sivil Toplumun Çatışmaları ve Devletin Etik Anlamı
Etik yaşamın somutlaşmasında Hegel’in en özgün alanlarından biri sivil toplum analizidir. Sivil toplum, bireylerin çıkar, ihtiyaç ve emek ilişkileriyle birbirine bağlandığı alandır. Burada özgürlük, “herkesin kendi çıkarını izlemesi” biçiminde görünür. Ama bu görünüm, toplumsal çelişkiler üretir: zenginlik yığılması, yoksulluk, pazarın kör dinamikleri, rekabetin doğurduğu yabancılaşma. Hegel için sivil toplum, özgürlüğün zorunlu bir uğrağıdır ama kendi içine kapandığında özgürlüğü yıkan bir dinamik de taşıyabilir. Bu yüzden etik yaşamın üçüncü alanı olarak devleti düşünür.
Hegel’in devlet anlayışı bazen karikatürleştirilir: sanki devlet mutlak bir otorite olarak kutsanıyormuş gibi. Oysa Hegel’in devleti, “çıplak güç”ün değil, özgürlüğün kurumsal biçimidir. Devlet, sivil toplumun kör çatışmalarını aşan evrensel bir etik düzen olmak zorundadır. Bu evrensellik, bireyin özgünlüğünü silmez; tersine bireyin özgürlüğünü sürdüren ortak zemindir. Hegel’in özgürlük fikrinde, birey ancak evrensel bir düzen içinde “kendi” olabilir. Bu, Kant’ın evrensel yasasının kurumlar içinde beden kazanması demektir.
Dolayısıyla Hegel’de devlet, normun olgusal hayatta somutlaşmasıdır. Norm, burada ne yalnızca “benim vicdanım”dır ne de soyut bir yasa formu; norm, ortak yaşamın tarihsel olarak kurulmuş düzenidir. Devletin etik anlamı, özgürlüğün sürekliliğini sağlayan kurum olmasıdır. Böylece Kant’ın ödevi, Hegel’de tarihin ve toplumsal yaşamın içinde iş gören bir gerçeklik haline gelir. Norm ile olgu arasındaki bağ, burada kurumsal bir biçim kazanır.
Bu analiz, Machiavelli hattına da yeni bir düzlemde bağlanır. Machiavelli, siyaseti “olan” üzerinden düşünmüş, ahlâkî ideallerin değil siyasal gerçekliğin ölçüsünü öne almıştı. Kant, ideali pratik akıl formunda evrenselleştirmişti. Hegel ise siyaseti yalnızca çıplak gerçekçilik olarak değil, özgürlüğün tarihsel kuruluşu olarak okur. Machiavelli’nin olguya sadakati, Hegel’de tarihe sadakat haline gelir; ama bu sadakat normu dışlamaz. Norm, tarihin yönü ve amacı olarak varlığını sürdürür; olgu ise bu yönün içinde çatışarak ilerler.
Sonuç: Modern Kırılmanın İçinde Yeni Bir Bağ
Hegel’in katkısı, modern kırılmayı inkâr etmemesinde yatar. O, Hume’un açtığı is/ought ayrımını ciddiye alır; Kant’ın bu ayrımı modern özne ve ödev etiğiyle kurmasını da felsefi bir kazanım sayar. Ama Hegel’in iddiası şudur: norm ile olgu ayrımı, tarihin son sözü değildir; tarihin hareketinin başlangıcıdır. Norm olgudan türemez ama olgunun çelişkileri içinde zorunlu hale gelir. Ödev, soyut bir biçim olmaktan çıkıp etik yaşamın kurumlarında somutlaşır. Özgürlük, içsel bir niyet değil, tarih boyunca kurulan ve yeniden kurulan bir ortak yaşam pratiğidir.
Bu yüzden Hegel, Kant’ın soyut ödevini “dışarıdan yargılayan yasa” olmaktan çıkarır; onu tarihin içinde yaşayan bir rasyonellik haline getirir. Olgu da “verilmiş ve değişmez doğa” olmaktan çıkar; insan eyleminin kurduğu, çelişkilerle dönüşen bir tarih alanı olur. Modern özne artık yalnızca vicdanın saflığında değil, kurumların somut hareketinde özgürleşir. Hegel’in norm ile olguyu yeniden eklemlemesi budur: kopuşu silmeden, kopuşun içinden tarihsel bir bağ üretmek.
Buradan sonra iki hat bizi bekliyor. Birincisi,Spinoza’ya geri dönmek: içkinlik (immanence), conatus ve özgürlük düşüncesinin bu modern kırılmayı nasıl başka türlü tartıştığını göstermek. İkincisi ise Hegel-sonrası dünyada Marx’ın bu diyalektiği nasıl maddî ve tarihsel bir düzleme çektiğini konuşmak. Biz sırayı bozmayacağız; bir sonraki metin Spinoza: içkinlik ve politika olacak.
