Refleksiyonun Eşiğinde İki Eleştiri Damarı
Modern felsefenin Kant’la açtığı eleştirel damar, düşüncenin yalnız nesnesiyle değil, kendi imkân ve sınırlarıyla da meşgul olması gerektiğini vazeder. Bu hamle, “ne biliyoruz?” sorusunu “nasıl biliyoruz?” ve “hangi koşullarda biliyoruz?” sorularına dönüştürür. Refleksiyon bu noktada teknik bir jest değil, düşünmenin kendi işlemini kendine görünür kılan bir disiplin olarak belirir. Kant’ın yansıtıcı yargı kavramı bu disiplinin omurgasıdır: Belirlenmiş bir kuralın olmadığı alanlarda tekilden hareketle, sanki bir genel ilke varmış gibi yön bulmamızı sağlayan, fakat bulduğunu dogmatik yasa hâline getirmeyen bir düşünme tarzı. Hegel, bu eşiği devralıp radikalleştirir: Refleksiyonu yalnızca öznenin usulü olmaktan çıkarıp bizzat hakikatin hareketi, kavramın kendi iç devinimi olarak düşünür. Böylece “yansıtıcı yargı”dan “diyalektik”e geçiş, yöntemde bir değişiklikten ibaret değildir; hakikate ilişkin tasavvurun, olumsuzlamayı kurucu unsur kabul eden bir bütünlük anlayışına doğru yer değiştirmesidir.
Kant’ın eleştirisi, ölçülülüğün ve kendini sınırlamanın erdemini felsefenin merkezine taşır: “Aklı, kendi yargı yetilerinin sınırları içinde tutmak” yalnızca bilgi iddialarını dizginlemez; estetik ve teleolojik deneyimde de genelin hâkimiyeti olmaksızın düşünmenin nasıl yön bulacağını öğretir. Hegel’in hamlesi farklıdır: Ölçünün yerini cesaret almaz, fakat ölçüyü hakikatin üretken hareketine katmanın yolları araştırılır. Hakikat, Hegel’de sabit bir veri değil; kendini olumsuzlayarak kuran, görünüşte parlayıp özde dönüştüren, çelişkiden kaçmayan bir devinimdir. Şu hâlde iki filozof arasındaki köprü hem sağlam hem gerilimlidir: Kant’ın refleksiyonu, hukuku gereği “regülatif” kalır; Hegel’in refleksiyonu, kavramın “konstitutif” enerjisine dönüşür. Yazının hedefi, bu sürekliliği ve kopuşu, kavramların kendi bağlamlarında titizlikle ele alarak, “yansıtıcı yargı” ile “diyalektik” arasındaki geçidi açık ve tutarlı bir şekilde izlemektir.
Kant’ta Yansıtıcı Yargı: Tekilden Genele Yön Bulma ve Regülatif İlkenin Ahlakı
Kant’ın ünlü ayrımı, belirleyici yargı ile yansıtıcı yargı arasındadır. Belirleyici yargıda genel kural hazırdır; tekil vakıayı bu kural altında sınıflandırırız. Yansıtıcı yargıda ise önümüzde tekil bir durum, bir olgu, bir eserin etkisi veya doğadaki bir düzenleniş vardır; bu tekilden kalkarak ona layık genel bir ilkeyi “aramak” durumundayız. Yargı Gücünün Eleştirisi, iki özel alanda—estetik zevk yargıları ve teleolojik yargı—bu aramanın mantığını serimler. Güzellik yargısı, kavramdan türetilen bir hüküm değildir; yine de evrensellik iddiası taşır. Teleolojik yargı, doğadaki amaçlılık duygusuna ilişkindir: Organik bütünde parçaların birbirine göreliği, sanki doğanın bir “iç amaç” taşıdığını düşündürtür. Kant’ın parantezi tam buradadır: Estetikte ve teleolojide “sanki” ile yetinmeyi, yön bulmayı ama dogmatik ontolojiye sıçramamayı öğütler. Bu “sanki”nin felsefi adı “regülatif ilke”dir: Araştırmaya yön verir, fakat varlığın yapısına dair zorunlu bir hüküm koymaz.

Kaynak: https://commons.wikimedia.org/
wiki/File:Kant_Kaliningrad.jpg
Bu ölçülülük, Kant’ta refleksiyonun yalnızca teorik değil, ahlaki bir ton da taşımasını sağlar. Çünkü regülatif ilke, öznenin “kural yoksa kuralsızlık var” kolaycılığına düşmeden, aklını kendi kendine terbiye etmesini talep eder. Yansıtıcı yargı, kavramın sultasının zayıfladığı yerlerde yetilerin uyumunu gözetir: Hayal gücü ile anlama yetisinin serbest oyunu zevk yargısında bir haz doğurur; teleolojide ise anlama yetisinin mekanik açıklama ufku, amaçlılık “gibi” düşünme tavrıyla desteklenir. Kant’ın refleksiyonunda belirleyici olan, hakikat iddiasının tonudur: Ne estetik haz, ontolojik bir durumu kanıtlar; ne teleolojik hissiyat, doğada gerçek bir “amaç” bulunduğunu tesis eder. Buna rağmen düşünme, yönsüz bırakılmaz; tam aksine, “eleştirel nezaket” diyebileceğimiz bir tutumla yönlendirilir.
Refleksiyondan Refleksyon’a: Hegel’de Öz, Görünüş ve Olumsuzluğun Üretkenliği
Hegel, Kant’ın açtığı refleksiyon hattını mantığın merkezine taşır ve orada dönüştürür. Mantık Bilimi’nin “öz” bölümünde refleksiyon, özün kendi içine yansımasıdır: Öz, varlıktan geri çekilerek kendinde belirlenir. Ancak bu geri çekiliş, pasif bir içe kapanma değil; görünüşe (Schein) yeniden çıkışı mümkün kılan bir iç yoğunlaşmadır. Hegel’in ünlü formülü—“her belirlenim bir olumsuzlamadır”—refleksiyonun kurucu ilkesidir. Bir şeyi belirlemek, onu sınırlarıyla, dışarıda bıraktıklarıyla, karşıtlarıyla birlikte düşünmektir; olumsuzlama yıkım değildir, üretimdir. “Aufhebung” (kaldırma–aşma–koruma) olumsuzlamanın felsefi tekniği olarak, belirlenimi yok ederek değil, onu daha yüksek bir düzeyde saklayarak aşmayı anlatır. Böylece refleksiyon, Kant’taki gibi öznenin usulü olmaktan çıkar; bizzat hakikatin formu hâline gelir: Hakikat, olumsuzlama sayesinde ilerler, çelişkiyi çalıştırarak kendini kurar, görünüşte parlayarak özde dönüşür.
Bu noktada Hegel’in görünüş kavramını “rehabilite” ettiğini teslim etmek gerekir. Kant’ta görünüş, fenomen–nümen ayrımının güvenli çizgileri içinde, bilginin meşru sahasıdır; fakat “kendinde şey”e geçit vermez. Hegel’de “görünüş”, salt aldatıcı bir parıltı değil, özün zorunlu sahnelenişidir. Görünüşü “söküp atmak” gerekmez; refleksiyon, görünüşün üretim koşullarını kavradığında zaten görünüş/öz gerilimini daha yüksek bir birliğe kaldırır. Dışsal refleksiyon, belirleyen refleksiyon ve kurucu refleksiyon ayrımı da bu bağlamda yerini alır: İlkinde öz kendine dışarıdan bakan bir hakem gibidir; ikincisinde ayrımlar ve sınırlar çizilir; üçüncüsünde olumsuzlamadan geri dönüş, kavramı bizzat koyar. İşte Hegel’in diyalektiği, refleksiyonun bu kurucu kipinde yürür: Kavram, kendi çelişkisini kapsar, olumsuzda kendini bulur, kendini aşarak kendine döner.
Kant–Hegel Geçidinin İnce Ayarı: Regülatiften İçkin Teleolojiye
İki düşünür arasındaki süreklilik, her ikisinin de aklın kendi üzerine dönmesini felsefenin temel ödevi saymasıdır. Kant’ın “yansıtıcı yargı”sı, tekilden genele doğru yürüyen, kavramın hazır olmadığı alanlarda düşünmenin yönünü tayin eden bir pusula sunar. Hegel bu pusulayı, “kavramın kendi yön bulması” hâline getirir: Teleoloji artık “gibi” düşünmenin kurallı nezaketi değildir; kavramın içkin hareketidir. Bu, Kant’ın “kendinde şey” parantezine doğrudan bir cevaptır: Hegel’de “kendinde olan”, görünüşteki çelişkisini çalıştırarak “kendisi için” hâline gelir; bilinemez sınır, kavramın içindeki olumsuzluk olarak içeriden aşılır. Kant’ın regülatif ilkesi, Hegel’de konstitutif bir ilkeye dönüşür; ama bu dönüşüm, Kant’ın ölçüsünü baştan aşağı terk etmek değildir. Çünkü Hegel’de de ölçüyü sağlayan şey, “keyfî bir kavramsal heves” değil, olumsuzluğun mantıksal mecburiyetidir: Eğer belirlemek olumsuzlamayı gerektiriyorsa, ilerleme de çelişkiyi ciddiye almayı gerektirir.
Estetik ve teleoloji örnekleri, geçidi somutlaştırır. Kant için güzellik yargısı kavramsız evrenselliğin bir iddiasını taşır; Hegel için sanat, hakikatin duyusal görünüme bürünen biçimidir, ama kendi tarihsel gelişimi içinde düşüncenin kendine dönüşüne yer açarak felsefeye devrolur. Teleoloji Kant’ta “doğa sanki amaçlıymış gibi düşünülmelidir” kuralıyla sınırlanırken; Hegel, organik bütünlüğün kavramsal mantığını doğa felsefesinden tin felsefesine kadar izler: Amaç, dışarıdan takılmış bir telos değil, kavramın kendisini amacı kılmasıdır. Böylece Kant’ın temkinli refleksiyonu, Hegel’de üretken olumsuzluğa bağlanarak içkin bir teleolojiye dönüşür.
Epistemoloji, Ontoloji ve Yöntem: Eleştiri ile Diyalektiğin Hesaplaşması
Kant’ın eleştirisi, epistemolojinin kurucu mimarisidir: Deneyimin apriori koşullarını, kategorilerin ve şematizmin işini, yargı yetilerinin ahengini çözümleyerek bilginin meşruiyetini tesis eder. Yöntem, sınır çizmek ve taşkınlığı dizginlemek üzerine kuruludur. Hegel, yöntemi ontolojiye içirir: Mantık, varlığa ait en soyut içeriklerin “nasıl hareket ettiğini” gösterir; bu yüzden yöntem, dışarıdan tatbik edilen bir iskelet değil, kavramın kendi iç ritmidir. Kantçı eleştirinin “Dur!” dediği yerde Hegelci diyalektik, “Nasıl işlediğini göster!” der. Bu fark, iki düşünürün “hakikat” tasavvurunda belirginleşir: Kant’ta hakikat, deneyim alanıyla sınırlı bir uygunluk; Hegel’de hakikat, bütünlük içinde kendini açan bir süreçtir. Biri ussal nezaketi, diğeri olumsuzluğun cesaretini öğretir; iyi felsefe, ikisini birlikte hatırda tutmayı gerektirir.
Bu hesaplaşmada refleksiyonun patolojileri de görünür. Kant’ta refleksiyon, dogmatik sıçrayışları frenlerken “sonsuz erteleme”ye dönüşebilir; Hegel’de diyalektik, kurucu enerji sağlarken “zorunluluk” adına deneyimin çoğulluğunu ezebilir. Bu yüzden Kant’ın regülatif aklı ile Hegel’in üretken olumsuzluğu birbirini dengeleyici iki damar olarak okunmalıdır. Eleştirinin ölçüsü olmadan diyalektik, retoriğe; diyalektiğin cesareti olmadan eleştiri, korkuya dönüşür. Yansıtıcı yargı, “kural yoksa yön de yok” düsturunu boşa çıkarır; diyalektik, “çelişki varsa dur” alışkanlığını dağıtır. Birincisi düşünmeye mütevazı bir pusula, ikincisi düşünmeye motor olur.
Sonuç: Refleksiyondan Diyalektiğe—Ölçü ile Cesaretin Birlikte Düşünülmesi
“Kant’tan Hegel’e” çizgisi, refleksiyonun iki yüzünü aynı aynada gösterir: Yöntem ve hareket. Kant, yansıtıcı yargı ile düşünmenin kavramsız alanlarda bile yönünü kaybetmemesini, fakat bu yönü ontolojik kesinliğe çevirmemesini öğretir. Hegel, refleksiyonun bu yön bulma gücünü kavramın iç devinimine taşır; olumsuzlamayı hakikatin üretken kalbi yapar. Sonuçta, yansıtıcı yargıdan diyalektiğe geçiş, eleştirinin terbiye edici ölçüsüyle, olumsuzluğun yaratıcı cesaretini birleştiren bir felsefe ihtiyacını açıkça ifade eder. Bugünün düşüncesi için ders açıktır: Belirlenimin olumsuzlamayı gerektirdiği, görünüşün özün sahnedeki ışığı olduğu, teleolojinin dışarıdan değil içeriden doğduğu yerlerde Kant’ın nezaketiyle Hegel’in cesaretini birlikte taşıyabilmek, hem bilginin hem eylemin sorumluluğunu üstlenmenin tek olgun yoludur. Refleksiyon, usulün adı; diyalektik, hakikatin devinimi; ikisi birlikte, felsefenin ciddiyetidir.